Akıl mı Kalp mi? Yoksa “Akleden Kalp” mi?

Aklı rehber edinme,
Binbir tuzakla doludur o.
Sen aşka gel,
Gayesindeki mükemmellik ve şaşmazlıkla dolup taşan!

Aşk yoluna,
Aklın rehberliğinde mi gireceksin?
Güneşi aramaya,
Titrek bir mum ışığının aydınlığında mı koyulacaksın?(1)

 

Tasavvufun büyük dehası Muhammed İkbal böyle seslenirken çağlara yine bir başka şair; “Leyla ile Mecnun” adlı dev eserin müellifi, “Su kasidesi” sahibi Fuzuli de: “Işk (aşk) imiş her ne var alemde, ilim bir kil ü kâl imiş ancak…” der. Fakat tasavvuf denilince akla bir kişi gelecekse o irfan ekolünün kurucusu, İmam Gazali ve nicelerinin kendisinden ilham aldığı büyük alim Haris El Muhasibi’dir. O ise kurduğu ekolün takipçilerinin aksine ilme ve akla böyle yaklaşmamış, (yani kalbi aklın önüne geçirmemiş) aksi bir istikamet takip etmiştir. Mesela “Akıl Kur’an’dır, Kur’an akıldır” metaforu El Muhasibi’ye aittir. Burada şöyle bir soru sormak gerekiyor: “Hakikatin membaı El Hak’tan neşet eden vahiy bu konuda ne söylemektedir? Akıl ile kalb ayrıştırılmalı mıdır? Yine bugünün ehl-i tasavvufunun belirttiği gibi akıl bir pislik midir? Yoksa insanın tekamül yolculuğunda hep yanında olan ve Rahman’dan inzal olunan ruhtan bir nefha mıdır?

Bu üç soruya Kur’an’i üç cevap vermek istiyorum: İlk olarak akla bir pislik muamelesi yapıp onu mahkum etmek isteyenlerin bizzat Allah tarafından her zaman pisliğe mahkum edileceklerini vahiy bize şöyle haykırıyor:

 

“… Ve O aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder!” (yunus 10:100)

 

Yine Allah varlığın en şerlisinin aklını kullanmayan bu tip olduğunu şöyle bildirir:

 

“İyi bilin ki Allah katında canlıların en şerlisi aklını kullanmayan (gerçek) sağır ve dilsizlerdir. (enfal 8:22)

 

Bize göre akla pislik muamelesi yapanların tasavvurlarını şekillendiren kendi akıllarını inşa için inen el Furkan ve el Beyyine lakablı Kur’an değil, akla değil katı bir nakle dayanan gelenektir. İşte onların aklın semtine hiç uğramamasının tek nedeni takip ettikleri gelenek pisliği içinde boğulmaları, Kur’an’i ifadeyle bu pisliğe mahkum olmalarıdır. Onların bu tavrını Kur’an çok sert bir dille eleştirir ve der ki:

 

Onlara “Allah’ın indirdiklerine uyun!” denildiğinde zaman, “Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulunduğu geleneğe uyarız!” derler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar?
(bakara 2:170)

 

Pasajın devamında bu kimselerin hakikate karşı sağır, kör ve dilsiz oldukları ifade edilirken yine bunun en büyük sebebi olarak akıllarını kullanmadıkları gösterilir. (2:171) Aklın bir pislik olup olmadığına yine aklımız cevap verecektir Kur’an vahyi ışığında. Ve o aklın atıl değil, aktif olduğunu her fırsatta haykıracaktır. Çünkü akıl ancak kullanıldığı takdirde var ediliş amacını gerçekleştirecektir, çünkü kullanılmayan akıl yok hükmündedir. O halde

“…halâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (11:51)

 

İkinci nükte yukarıda Muhammed İkbal ve Fuzuli’den örnek verdiğimiz tavrı eleştiri üzerine olacak. Şimdi sormak istiyorum acaba Kur’an akıl ve kalbi ayırır mı? Yani akıl bir tarafta kalp bir tarafta mıdır? Ve biz sadece yüreğimizle mi severiz? Ya da sadece aklımızla mı düşünür ve kavrarız? İlk olarak Kur’an’da “akleden kalb” (يَعْقِلُونَ قُلُوبٌ) (hac 22:46) ifadesi önemli bir ipucu verir bizlere. Burada düşünme eylemi sezginin merkezi olan kalbe isnat edilmiş ve denmiştir ki: “düşünen/akleden kalb”. Bu bize sezgi ve düşüncenin birbirinden asla ayrılmaması gerektiğini gösterir.  Zaten Kur’an’da akıl hiç isim formunda gelmez, o hep fiil formundadır. Bu nükte bize şu hakikati bildirir: “Akıl atıl değil, aktiftir ve daima kullanılması, eylem formunda uygulanması gerekir.” Bu yüzden Allah kullanılmayan aklın yok hükmünde olduğunu belirtmiştir.  Yine Kur’an isim formunda kullanmadığı aklın yerine isim formunda başka bir kavram kullanır: “kalb”. Yani Kur’an’a göre düşüncenin merkezi akıl değil, kalbtir. Kur’an’a göre akıl yoktur, ancak akletme, düşünme, geçmiş, gelecek ve bugün arasında bağ kurma vardır. (taakkûl) Zaten “akletmek” de her zaman bu bağlamda kullanılmıştır: “bağ kurma, parçaları birleştirme.” Mustafa İslamoğlu “Hayat Kitabı Kur’an” adlı meal-tefsir çalışmasında “akleden kalpleri olup da kavramayan” (بِهَا يَفْقَهُونَ لاَّ قُلُوبٌ لَهُمْ) (araf 179) ibaresini şöyle açıklıyor:

“Kur’an burada düşünme faaliyetini kalbe isnat etmiştir.  Bilinen bir gerçektir ki, akıl isim olarak zaten Kur’an’da hiç geçmemekte, onun yerini kalb almaktadır. Akletme ise kalbin bir faaliyeti olarak dile getirilmektedir. Kur’an tefekküründe, kalp aklın arşıdır. Vahiy kalbe iner, akıl kalbten neşet eder. Bu kalbin kan pompası olmayıp iman ve inkarın makarrı olan manevi merkez olduğu açıktır. (50:37) Kur’an sistematiğinde taakkulün kalbe nispeti, düşünme faaliyetinin entelektüel faaliyetle sınırlanmayıp sezgiyi de içine alacak şekilde geniş tutulduğunu ifade eder.(3)

Kalbi madde (organ) üzerinden değerlendirmekte de fayda var. Zira biz yukarıda kullandığımız tüm ibarelerde kalbi imanın ve inkârın, sevginin ve nefretin merkezi olan taht manasında yani mana/metafizik planında değerlendirdik. Bir de madde/fizik planında kalbe bakmak gerek. Göğüs kafesimiz içinde bulunan kalp organı aslında beynimize birçok sinyal gönderiyor ve onun düşünme eyleminde büyük bir katkıya sahip. Bunu Nörolog Dr Ömer Hakan Yavaşoğlu şöyle açıklıyor:

Son yıllarda yapılan çalışmalar kalbin düşündüğümüzden daha akıllı olduğunu gösteriyor. Kalp beyinden sinyal alıyor evet ama kendisi de vagus siniri yoluyla beyne bilgi gönderiyor. Beyne gönderdiği sinyallerle beynin entelektüel işlevleri yerine getiren bölümünü uyarabiliyor veya tamamen devre dışı bırakabiliyor. Kalp kendi hormonlarını üretip vücuda bırakıyor, beyinden binlerce kat daha güçlü bir manyetik alan yayıyor. Kalbin üzerinde yer alan sinir hücreleri, tıpkı beyin gibi yapılanıyor. Kalbin beyni, kendi dopaminini salgılayabiliyor. Bu sinirsel iletici, davranışlarımız üzerinde kuvvetli etkileri olan bir bileşik.(2)

Bize öğretilen kalp ve akıl ayrılığının aksine Kur’an bize aklın ve kalbin birliğinden bahseder “akleden kalp” kavramıyla. Onlar birbirinden asla ayrılamazlar. Biz düşünürken, kavrarken, bağ kurarken, severken ve nefret ederken, iman ve inkar ederken hep akleden kalbimiz yürütür tüm bu faaliyetleri çünkü akleden kalbimiz Allah’ın üflediği ruhtan bir nefhadır.

Üçüncü mesele: Ruhtan bir nefha olan akıl sadece bir ve tek organa (beyin) değil tüm organlara izafe edilmelidir. Nitekim kulak, dil, göz ve tüm organlar bir akla sahiptir. Onların aklı yaratılış amacına (sevva) uygun olarak kullanılmasıdır. İşte bu yüzden Allah Kur’an’da işitme, konuşma ve görme duyusu olmasına rağmen bunlara aklettirmeyen, fıtrata uygun kullanmayanlara: “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar (hakikate) dönemezler.” (bakara 2:18) der.  Zira kulağın akletmesi hakikati duyması, dilin akletmesi hakikati konuşması ve gözün akletmesi hakikati görmesidir.

Yine akıl demiştik ruhtan bir nefha/parçadır. Nitekim ruha “akıl, vicdan ve iradeden oluşan bir bütündür” diyebiliriz. Ruhu açıklayan şu pasaj oldukça önemli:

Ruh bedenin herhangi bir yerine izafe edildiği zaman özel bir hüküm ve isim alır. Göze izafe edildiği zaman basar, kalbe izafe edildiği zaman akıl, bedenin tamamına izafe edildiği zaman ruh adını alır. Her merkezde asıl fonksiyonu gören ruhtur. Görme, akletme, işitme ve konuşma yetenekleri, gören, akleden, işiten ve konuşan birer ruhtur. Gerçekte ruh bedeni harekete geçiren, onu akleden, idrak eden, seven, bilen ve yapan herkesin “ben”(ene) ile tabir ettiği şeyin ta kendisidir.(4)

Sözün özü: Kur’an’da akıl kalbe nispet edilir. Ve bir akıl-kalp ayrılığına asla yer verilmez. Nitekim düşüncenin, sezginin ve her türlü entelektüel ve duygusal aktivitenin membaı kalptir. Allah düşünmenin hiçbir türünü, yani tezekkürü, tedebbürü, taakkûlu, tefakkûhu ve bunların bütünü olan tefekkürü beyne isnat etmez. Onların çıkış yeri akleden kalbimizdir. Yine Kur’an’da ki akıl geleneğin bize zerk ettiği “akıl pisliktir” metaforu ile aksi istikamete sahiptir. Kur’an’a göre akıl en büyük nimettir. Son olarakta akıl Allah’ın insana üflemiş olduğu ruhtan bir esintidir. Ve akıl izafe edildiği her organda fıtrata uygun tavrı uygular. O göze izafe edildiğinde görür, kulağa izafe edildiğinde ise işitir. Nitekim aklı kalpten kalbi akıldan ayırmanın Kur’an’da hiçbir yeri yoktur. Onlar birbirini tamamlayan iki önemli olgudur. “Akleden kalb” işte bu yüzden Kur’an’da sürekli olarak vurgulanır.

…ariamoneva…

(1) K. G. Sayiadin, İkbal’in Eğitim Felsefesi, s. 85

(2) Kur’ani Hayat dergisi 25 Ağustos 2011

(3) M. İslamoğlu, “Hayat Kitabı Kur’an” araf 7:179 not 2

(4) Musa Carullah, “Kitabus Sünne” s.89


About the Author
Author

ariamoneva

Comments (2)
Leave a reply

Reply to Abdurahman Cancel reply

Name (required)

Website