Süslü İşler ve Dûn’ya

“Şeytanın Yaptıklarımızı Süslü ve Güzel Göstermesi”

Öyle bir dünyada yaşıyor olsaydık da neye ihtiyacımız olsa elimizde hazır olsa, neyi arzulasak bitmez bir hazla avucumuzda bulsaydık. Malsa mal, paraysa para, sıcaksa en rahatı, serinlikse en hoşu, lezzetse donakalmaz da sürekli artıvereni, alakaysa en bitmezinden olsaydı! Hep sağlıklı, hep daha mutlu, hep daha neşeli, her seferinde daha güzeli çıksaydı karşımıza! Hiç yaşlanmasaydık ve sonu olmasaydı ömrümüzün de!… Ama yok öyle bir dünya hali hazırda. Neden acaba?

Elimizdeki para bitiyor, eşyalarımız eskiyor, masum bebekler büyüyüp çatık kaşlı adamlara, genç delikanlılar ve güzel kızlar kulağı duymaz ve teni buruşmuş ihtiyarlara, çok şey bilen ve övülen âlimler bir de bakıyorsunuz adını bile hatırlayamayan ve ihtiyacını bile yalnız başına karşılayamayan yatalaklara dönüşüyor. Güneş bir doğuyor bir batıyor, ay çıkıyor ve çok geçmeden karanlıklara gömülüp gidiyor.

Bembeyaz kar yağdığında güzelken, erimeye başladığında toza çamura bulanmış bir pisliğe dönüşüyor. En göz alıcı çiçekler kısa sürede kupkuru ve darmadağın oluyor. En güzel biçimli pastalar ilk bıçak vurulduğu ve çatalla bir dilim alındığı anda o güzel görünümünü kaybediyor. En lezzetli ve cezbedici yiyecekler bizim sindirim sistemimizden geçtikten sonra en pis kokulu kanalizasyon sitemlerinde en pis kokulu hayvanların ağızlarına ve ayaklarına bulaşıyor.

İşte “ben” zannettiğimiz bedenlerimiz de nefesi biter bitmez kokmaya ve toprağın altında türlü mikroorganizmalara yem olmaya başlıyor. Şu dünyada sevdiğimiz ve güzelliklerine hayran olduğumuz en nadide şeyler yok olup gidiyor. Hiçbiri devamlı değil. Hatta en sevdiklerimize olan ilgimiz bile aynı derecede sürekli değil. Bizim menfaatimize aykırı davranır davranmaz veya bize karşı bir karşıt görüş bildirir bildirmez onlara olan bağlılığımız yaralanıyor.

Yıllarca özlemini duyduğumuz arabaya sahip olur olmaz farkında olmadan ona olan hayranlığımızı kaybetmeye başlıyoruz. Onunla ilk defa bir tümsekten geçerken ön takımlarından gelen seste, ilk defa kaportası çizildiğinde, üzerine ilk defa bir martı pislediğinde hem onu koruyamamış olmanın, hem de zedelenmiş olmasının üzüntüsü ona olan bağlılığımızı da köreltiyor. Hatta onunla ilk defa trafiğe çıktığınızda sizi sollayan daha pahalı ve lüks arabayı gördüğünüzde kendi arabanızla olan bağınız çoktan tükenmeye başlamış oluyor. Ve bir gün anahtarını çevirdiğinizde ilk defa çalışmayı reddettiğinde artık yeni bir araba planı yapmaya başlıyorsunuz gizliden gizliden.

Yepyeni bilgisayarınızın ilk defa açılışta geciktiğini, cep telefonunuzun ilk defa kilitlendiğini, gıcır gıcır televizyonunuzun kumandasının ilk defa işlemediğini, porselen yemek takımınızın bir çorba tasının bulaşık makinesinden çizilmiş olarak çıktığını, değerli küpelerinizin birinin telinin ilk defa yamulduğunu veya sizin üzerinizdeki bluzun aynısının ilk defa sokakta bir başkasının da sırtında olduğunu fark ettiğiniz anda onlarla olan bağınız kopmaya başlamıştır.

Hatta alışveriş yaparken parasını ödediğiniz anda o malla olan ilginiz kesilmeye çoktan başlamıştır. Mağazadan aldığınız en yeni giysinizin etiketini koparttığınız anda, bembeyaz bir deftere ilk kelimenizi yazdığınız anda, pırıl pırıl bir tablet bilgisayara ilk defa parmağınızı sürdüğünüz ve ömrünüzce çalışıp da aldığınız evin kapısını anahtarınızla ilk defa açtığınız anda onunla olan özlem dolu bağınız kopmaya çoktan başlamış demektir.

Vaat ve umut bunları size hiç söylememişti. Elde ettiğiniz anda değeri kalmayan metalar. Hepsi gelip geçici. En güzel şeyler bile demek ki en güzel şeyler değil. Hepsi bu dünyada sahip olabileceğimiz eğreti şeyler ve biz bunların uğrunda çalışıp didinip duruyor ve hatta onları çoklayarak bizden sonrakilere de bırakmaya çalışıyoruz.

Çocuğumuzu okula bir şeyler öğrenmesini ikinci plana atarak, aslında daha çok para kazanabileceği bir iş sahibi olması için gönderiyoruz. Bir arsa alırken komşularımızın değer katmasını değil, o arsanın yakınından geçecek üçüncü köprü yolunun ona değer katmasını hesaplıyoruz. Açtığımız dükkânda nasibe razı olup geçinmeyi ve ondan infak etmeyi değil, çok kazanmayı, daha çok kazanmayı ve o seviyeye ulaşırsak daha da daha da daha da çok kazanmayı istiyoruz. Çocuğumuza onun geleceğinden endişe edip çok çalışmasını “çalışmak ibadettir” diyerek öğüt veriyor, “Allah’a şirk koşma”nın ne olduğunu ona anlatmayı ise gereksiz ve komik görüyoruz. Hep geçiciye kıymet biçiyor, kalıcı şeyleri çocuklarımıza bile özendirmiyoruz. Sonra da çıkıp onlardan ahlaklı bir müslüman olmasını bekliyoruz. Hayata Kuran değil, para ve mal gözlüğüyle bakıyoruz. Çünkü şeytan bize yaptıklarımızı süslü, güzel ve hoş gösteriyor.

 

28-Kasas 60 Size verilen her şey, bu dünya hayatının malı ve süsüdür. Allah’ın yanında olanlar ise daha iyi ve süreklidir. Anlamaz mısınız?

 

Biz geçiciye değer verdiğimiz sürece bizim heva ve isteklerimize yönelik işler yapanları veya bize öyle yapıyormuş gibi gösterileni de, göstereni de baş üstünde taşırız. Ne zaman ki fark ederiz ki onlar da geçici, “Aman Allah’ım!” deriz “meğerse kandırılmışım!” Çünkü şeytan bize yaptıklarımızı süslü, güzel ve hoş göstermiş.

Biz eğer aklımızı çalıştırıp en doğruyu bulma değil de, çok para kazanma, çok mal elde etme peşindeysek bizden değil de zenginden alınan yüzde kırk vergiden dolayı hemencecik mutlu oluruz. Bizim yüzde yirmi vergi vermemiz normaldir. Çünkü biz o zenginden hem inançlı, hem onurlu hem de fakirizdir ve o ise diğer insanlara daha çok infak etme durumundadır. Sanki bütün zenginler münafık da bütün fakirler müminmiş gibi. Ondan alınacak vergi dolaylı olarak fakirlere dağıtılmış olacaktır. Oysaki zengin bu vergi oranını fakire satacağı malın fiyatına vuracak ve kendisi mevcut düzende aslında yüzde sıfır vergi vermeye devam edecektir. Olası kaybı sadece fiyatın yükselmesinden dolayı o malı satın alamayacak fakirin ödeyemeyeceği paradır ve bunu da sözgelimi “beş” olarak hesaplayıp fiyata ilave etmeyi de düşünebilir! Bir de bakarsın ki fakir yüzde yirmi vergi verirken aslında yüzde altmış vergi vermeye ve o malı alamayan fakirin de bedelini ödeyip yüzde altmış beş ödemeye başlamıştır. Öyledir ama bundan haberi yoktur. Zenginden çok vergi aldığını söyleyen yönetici ise fakirin onurunu, güzel ahlakını, inancını her daim yücelten güzel sözlerinden dolayı, fakir tarafından desteklenmeye devam edilir.

Oysaki (sözüm sadece kapsadıklarını örnekleme gereğidir) o fakir aslında dünyaya meyletme, çok kazanma, çoka ulaşma, taraftar toplama, başkasının eline bakma peşindedir. Aza rağmen şükretme peşinde bir huzur içinde değil, zenginin malından nemalanma peşinde bir rahatsızlıktadır. Hemen bütün ahlakı buna odaklı olup, hemen bütün gururu, onuru, para, makam ve mal ile olan onurdur. İnancı ise kahve köşelerinde zenginden yüzde kırk vergi aldığını söyleyen adamları övmekten ve/veya tam tersi böyle dolaylı değil de fakirin malını açıkça çalıp çırptığı ortaya çıkanları kendi taraftarlığı nedeniyle kötülemekten ibarettir. Oysaki bu eleştirileri yapanların birçoğu o makamlara geldiklerinde aynısını yapacaklardır. Çünkü hâlihazır durumlarında bile elli kuruşluk çayın iki tane şekerinden, beş demliğin birinden çalmak peşindedirler. Çokları günlük amele yevmiyesinden üç saat çalıp, yevmiyeyi tam almakta beis görmezler. Kul hakkı dedikleri sadece kendi hakkıdır onların. Oysaki kötü zengin çok çalar, kötü fakir az çalar. Mesele çalmaksa ikisi de çalar. Herkes kendi imkânları ölçüsünde çaldıktan sonra fakirin de zenginin de işlediği neredeyse aynı zulümdür. İster fakir olsun ister zengin gerçekte iman etmemiş olanlara, yaptıkları işi şeytan güzel göstermektedir.

Eteği kısa diye sokaktan geçen genç kıza dudaklarından “cık cık” ses çıkaranların imanı ve ahlakı o genç kızı köşeden dönüp gözden kaybolana kadar elinde tesbih çekerken gözleriyle takip etmekten ibarettir. Ahlak bekçiliğine soyunmak onlar için dinin gereğidir. Onu kınaması dindar olması (görünmesi) için yeterlidir sanki! Çünkü onlara yaptıkları işi şeytan güzel göstermektedir.

Hele bir de kendilerini övüp bir takım makamlara gelme ve çoklanma peşinde olanlarsa sadece baştaki şahısları eleştirirken o kişilerin aynısı olma peşinde olduklarını farkına varmadan açığa çıkarırlar. Bunlar sadece hedef edindiği kişilere takılıp, toplumun bozuk düzenini düzeltme değil de o bozuk düzenden “biraz da biz nemalanalım” sözünü açıktan ya da gizliden diyenlerdir. Sadece kişileri eleştirip, düzeni onarma peşinde olmayanlar, düzenin başına geldiklerinde en iyisinin kendileri olduğunu yine aşağı(!) tabakanın beyinlerine dokumaya devam ederler. Oysaki onlar da geçici olup kalıcı olandan yana olmayı akıllarına getirmezler. Hep doğru yaptıklarını zanneder ve eskiye de rahmet okuturlar. Çünkü onlara yaptıkları işi şeytan güzel göstermektedir.

“Saklambaç oynayan kaleye mum diksin” diye bağırıp avucunu açanlar her seferinde kazanan tarafta saklambaç oynamaya devam ederler. Aynı şekilde “Allah’ını sevenler kaleye mum diksin” diye aslında kendi kalelerine çağıranlar gelip geçici oyunu hep başlatanlardır. Asla kendileri “ebe” olmazlar. Başkalarını avucunda oynatırlar. Yakaladıkları parmağı ebelerler. Ama kendileri hep saklanır, hep gizlenirler. Kimse de kalkıp “iyi de bu durumda sen asla ilk ebe olmayacaksın” diye sorgulamaz. Arkadaşlarını gerçekten sevenler ise “önce ben ebeyim, önce kendim ebe olup sizi saklandığınız karanlıklardan çıkaracağım” der, kalelere mumu önce kendileri dikip sahayı ilk aydınlatanlar onlar olurlar. Allah’ını sevenler O’nun kalesine sığınırlar, gelip geçici padişahların değil.

Fakir, tükenmiş, ihtiyaç sahibi insanlara faydalı olmak için onların ihtiyacına yönelik doğru işler yapmak varken her seferinde geçmişiyle onları yüceltmek, geleceğe yönelik vaatlerle onları oyalamak değil onları doğruya yöneltmek, beraberinde onların ihtiyaçlarını karşılayacak işler yapmak gerekir. Hele kendini övüp durmak hiç değil. Samimi olmak gerekir, yalanla yalan örtmek değil. Övülecekse gelip geçici olmayan Allah övülmeli, âlimler, padişahlar, dervişler, evliyalar, hatta peygamberler değil. İnsanlara o peygamberlerin uzattığı gibi bir ip ve bir el uzatılmalı, firavunlar gibi boş vaatlerle halk oyalanmamalı.

Eğer Allah bugün yeni bir kitap gönderseydi kimlerin “Ebu Leheb” kimlerin “Firavun” kimlerin “Samiri”, kimlerin “Musa” kimlerin “Ahmed” kimlerin “Yusuf” olduğu bir kez daha ortaya çıkardı. Çıkardı ama gören gözler ve okuyanlar için hâlihazırdaki kitap (Kur’an) fazlasıyla yeterli zaten. Yüzlerce yıldır en büyük günahı “şirk” ten çıkarıp da “kul hakkı” yapan zihniyet hangi hakkın peşindedir, farkında olsa veya olmasa bile neyin peşindedir, anlamak için âlim olmaya gerek yok.

Her şeye rağmen her toplumun düzelme ihtimali vardır. Tabii ki bunun için de önce insanların gerçeklere kulak vermesi gerekir. Her toplumun önce kendisini düzeltmesi gerekir. Ama bilmeliyiz ki tüm bu kötü gördüklerimiz de imtihanın sırlarındandır. Denenmemizdir. Gerçeği onaylamak gerek, gerçek hoşumuza gitmese bile. Bu aşağı yaşam alanında (dûn’yada) yaratılmışlardan gelip geçici olmayan hiçbir şey yok.

Öyle bir dünyada yaşıyor olsaydık da neye ihtiyacımız olsa elimizde hazır olsa, neyi arzulasak bitmez bir hazla avucumuzda bulsaydık. Ama yok öyle bir dünya hali hazırda. Çünkü bu dünya, bu hayat, bu beden, bu nefes geçici. Anlayabilenle anlayamayanın ayırt edilip, kimlerin ileriye gidip kimlerin geride kalacağını,  kimlerin makbul ve güzel işler yapıp yapmayacağının ortaya çıkması için böyle gerek. Deneniyoruz ama farkında bile değiliz. Kalıcıya dudak büküp de geçiciye bu değer veriş nereye kadar!!!

Herkes yaptığı işin doğru olduğunu düşünerek o işi yapar. Kimse bile bile “dur şu yanlış işi yapayım” diye yola koyulmaz. Melikenin kavmi güneşe taptıysa bunu şeytanın onlara güzel göstermesinden dolayı yapmıştır ve o günün şartlarında uyanana kadar bu işin doğru olduğunu düşünmüşlerdir. Firavun kibrini ona güzel gösteren şeytanından dolayı halkına gerçekten en doğru şekilde davrandığını düşünmüştür. Ad, Semud veya diğer halklar müreffeh hayatlarının cazibesini onlara güzel gösteren şeytanlarından dolayı elçileri reddederek haklı oldukları teziyle bu refahlarını kaybetmemek için çabalamışlardır. Bahçe sahipleri ellerindekinin cazibesine kapılıp, şeytanlarının güzel gösterdiği malı sahiplenme duygusuyla doğru işi yaptıklarını düşünmüşlerdir. Mekke müşrikleri şeytan tarafından süslenmiş örflerine, geleneklerine bağlanarak, doğru bildikleri ama aslında şirke dönüştürülmüş olan İbrahim’in dininden ayrılmamak için Kuran peygamberi ile savaşmışlardır. Tarih boyu çoklarınca, gelip geçici putlar, gelip geçici liderler, din ve ilim adamları, doğup batan güneşler, sunaklarda kurbanlar sunulan semboller ve gelip geçici mal varlıkları kalıcıymış gibi muamele görmüştür.

Bugün de birçok müslüman, peygamberimizin yolundan gittiğini zannederken Allah’ın ayetlerinden yüz çevirmektedir. Birisi ile tartıştığınızda görürsünüz ki kulaktan duyduğu bir dini meselenin, insanların çoğu kabul ediyor diye bir hurafenin, çoklarınca benimseniyor diye bir liderin yaptığı kötü işlerin, onlarca kişiden gelen bir rivayetin yalan veya yanlış olduğuna asla ihtimal vermeyip onları bir Kuran ayetinden bile daha çok savunmaktalar. Çünkü doğrunun onlar olduğuna aklını, mantığını devre dışı bırakarak, çoğunluğa uyarak ve bilgi sahibi olmayarak inanmakta, şeytan ona yaptığı işi güzel göstermektedir.

Ama bu durum hepimiz için geçerli. Bilmeden taptığımız gelip geçici nesneler veya insanlar var mı acaba? Bugün için özellikle parayla, malla, ekonomiyle ve siyasetle olan ilişkimizi derince bir gözden geçirmeliyiz. Önceliğimiz nedir, bir düşünmeliyiz. Gerçekten yaptıklarımız veya yapmadıklarımız iyi işler mi? Her daim bu soruyu kendimize sormalı, kendimizi tartmalı, sürekli sorgulamaya devam etmeli ve ayetlerden asla yüz çevirmemeliyiz. Yoksa (Allah korusun) bir şeytana sarılırız da, o bize işlerimizi süsler ve biz de kendimizi hala doğru yolda zannederiz.

kalemzade.net

twitter.com: @kalemzade


About the Author
Author

Kalemzade Kamil

Comments (1)
Leave a reply

Reply to fehmi Cancel reply

Name (required)

Website