Vay Müşrik Vay!!!

Elçi, nebi kimdir? Son elçi mi, son nebi mi? Kitaba inananlar olarak biz de elçi miyiz? Kime müşrik denir?Toplumumuz müşrik mi? Mekke halkı henüz uyarılmamış mıydı? Ve bu kapsamdaki diğer sorulara cevap niteliğinde düşünceler…

Elçi ne iş yapar diye başlayalım. Elçi, kime; yani hangi bilinçli hükümdara elçilik ediyorsa ondan haber getirir. Eğer Allah’ın elçisiyse Allah’tan, kulun elçisiyse kuldan. Elçiliğin delili getirilen haberdir. Bu haber illa ki bir kitap olmayabilir. Kitap indirilmişse nebiliktir aynı zamanda. Ama kitap olsun ya da başka bir şey olsun, getirilen şey haber niteliği taşımalı ve Allah’tan olduğuna dair delil içermelidir. Biz nebi değiliz. O halde bizim bulduğumuz deliller, adı üstünde “bizim bulduğumuz deliller”dir, Allah’ın “kulum sen elçimsin git haber ver” dedikleri değil.

Her ne kadar kitabı savunanlar “ben Allah’ın elçisiyim” demeseler de, arada bir “Kuran’ın elçisiyim” diyebiliyorlar. İyi niyetle söylendiğinde son günlere kadar ben de bir sakınca görmüyordum ama yine de haddi aşmışlık sezmiyor da değildim. Çünkü elçilik, bir bilinçli görevlendirme gerektirir. Bu kapsamda cismi olarak kitap bir bilinçli görevlendiren değildir. Çünkü arkasındaki bilinç kitabın değil, Allah’ındır. Kitap cansız, bilinçsiz bir cisimdir. Kuran’ın canlı olması mecazi bir anlatımdır, muhteviyatının yaşanır olmasıyla ilintilidir.

Oysa hiç tereddüt etmeden kendimizi tanımlayabileceğimiz başka bir kelime var Kuran’da. O da “uyarıcı”dır. Bizler bu kapsamda eğer hakkıyla gerçeği savunuyorsak ancak “uyarıcı(lar)” olabiliriz. Şehrin ötesinden koşarak gelip “elçilere uyun” diyen adamlar ve kadınlar olabiliriz ancak.

Son haberci gelmiştir. “Hatemül nebiyyin” olan Muhammed’dir o da. Haber getirenlerin sonuncusudur. Allah’tan haber getirme dönemi o tarihte bitmiş demektir. Ondan beri Kuran’ı dillendirenler ancak ona uyup, Muhammed’e (yani onun getirdiği ve uyduğu habere) uyun diyenler olabilir. İşte Kuran’da “o elçiye itaat edin” emrinin gereği de budur. Onun getirdiği ve uyduğu haberdir. O’nun elçilik belgesi önümüzdeyken (Kuran’a bile olsa) ben de elçiyim demek pek doğru gelmiyor bana. Hele Allah’a elçilik iddiasını konuşmuyorum bile. Eğer “ben de elçiyim” diyorsak, bana da “şu haberi götür dendi” demiş oluruz. Oysa biz o elçilik belgesini getiren değil, okuyup, anlayıp, o hızla koşa koşa insanları uyarmaya başlayan insanlarız. Uyarıcıyız.

Kitapta bu güne kadar kimsenin görmediği bir şeyi görmek de elçi olduğumuz anlamına gelmez. Gördüğümüz şey yüzünden koşa koşa uyaracağımız anlamına gelir. Kitapta uyarıcı anlamındaki kelime ise “nezir”dir. “Size hiçbir uyarıcı gelmedi mi” diye sorulduğunda “eğer gerçekten iman etmişsek” onlar üzerine biz de şahit olalım diyedir. Çünkü kitap kişi ayırt etmeden bize “kalk ve UYAR” demektedir. Uyar emrini kabul ediyorsak “uyarıcı” olduğumuzu, nezir olduğumuzu da kabul etmişiz demektir.

Görebildiğim kadarıyla Kuran’da “nezir” kelimesi “canlı uyarıcı”lar dışında kullanılmamıştır. Nerede kullanılmışsa kavmini uyaran kişilere verilmiş bir sıfattır. Kitaba, her türlü ayete ve vahye ise “zikr” sözcüğünden türeyen “hatırlatıcı” kelimesi ve türevleri kullanılmıştır. Ama birçok mealde bu iki kelime birbirinin yerine kullanılarak hatalı anlamlara yol açmaktadır. Hatırlatmak başka şey, uyarmak başka şeydir. Bu kapsamda nebiler de, elçiler de, diğer müminler de nezir’dir. Elçiler açık (mübin) uyarıcılardır. Allah onlara bunu açıkça beyan etmelerini vahyetmiştir ve onlar da bildirmişlerdir.

 

15 Hicr
89 Ben açık (mübin) bir uyarıcıyım…

 

Her nebi aynı zamanda müjdeleyici ve uyandırıcı bir elçi ve bir nezirdir. Her elçi nebi değildir, ancak aynı zamanda bir (uyarıcıdır) nezirdir. Her diğer uyarıcı mümin ise sadece nezirdir. Nebiler de, elçiler de, nezirler de diğer insanların üzerine şahittir. Her kavme peygamber gelmesi gerekmez ama her kavim için hidayete sebep olacak kişiler vardır. Açık ya da kapalı. Ve bu kişiler orada burada aranmaz, hüsnü zan ile bile olsa şudur budur denilip de yüceltilmez. Bunun hem diyenlere hem de denilenlere zararı vardır. Üstelik bu konuda yanılabiliriz de. Görüşüm o ki o uyarıcılar aynı zamanda her gerçek müminin ta kendisidir zaten. Birbirlerini de uyarırlar.

Müddessir 2’deki “Kum fe ENZİR” emriyle bize söylenen de budur. Kalk ve uyar, kalk ve nezirlik yap, denir bize… kalk ve elçilik yap, kalk ve nebilik yap denmez. Kuran’a elçi olmak ise sadece aramızda kullandığımız mecazi ve iyi niyetli bir söylemdir belki ama çok da yerinde bir tabir olarak görmüyorum artık.

Peki nezirler kimi uyarırlar? Müşrikleri mi!!! Eğer uyarılmamışsa nasıl müşrik olabilir ki bir insan? Uyarılmamışsa nasıl kâfir olabilir? Kuran’ı rehber edinenlerle mücadeleye girişmemişlerse Tevbe suresindeki gibi nasıl anlaşılabilir? Müminlerle mücadeleye girişenler elbette kendilerini gösterecekler ve bunu bir şekilde dile getireceklerdir. Bunun dışında ortalıkta müşrik aramak ve onu bunu tekfir etmek bir mümine yakışan bir iş değildir. Eğer müşrikler varsa onlar kendilerini zaten belli eder. Sokaktaki ihtiyar amcaya ya da evdeki yaşlı teyzeye “cübbesiyle ün salmış” din bozguncusu ya da müşrik muamelesi yapılmamalıdır.

Çok iyi niyetli ve affedici bir bakış açısıyla bakabilirsek, bazı hataları görmezden gelebilir ve bir kitabın içinde “bu kitabı oku” yazsa bile o kitabı okumayan kişiler onun okunacağını bilemeyebilirler ve duvara asıp bırakabilirler, diye düşünebiliriz. İşte bu yüksek iyi niyetle bakabilirsek, bu noktada bir uyarıcıya ihtiyaç olduğunu görürüz. “Oku” demesi gereken bir kişiye… İşte nezirler (uyarıcılar) eğer bir toplum uyarılmamışsa o toplumu uyarırlar. Şehrin bir ucundan öbür ucuna, ülkenin bir köşesinden diğer köşesine, dünyanın bir bucağından diğer bucağına koşarak ne konuda uyaracaklarsa o konuda uyarırlar ve “ben de elçiyim” demez “elçilerin haber verdikleri doğruymuş” derler. Çünkü vahyi işitmiş ya da okumuş ve gerçeği fark ederek ona tanık olmuşlardır.

 

36 YeSin (Yasin)
20 Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi.

 

Hem “son nebi ve elçi gelmiş” diyoruz, hem de “kendilerine uyarıcılar gelmeden yok edilmiş toplum yoktur” diyoruz. Demek ki bugünkü toplumlara da uyarıcılar gelmeli ve “ey halk elçinin getirdiği haber doğruymuş” demelidirler. Uyarıcıların “bana da elçilere vahyolunduğu gibi vahyolundu” demek gibi bir iddiaları olamaz. Uyarıcılar sadece okur, işitir ve işittiğinin doğruya yönelttiğini anlayıp, o hızla kalkıp kendi halklarını uyarmaya başlarlar. Aynen şu ayette olduğu gibi…

 

46 KumTepeleri (Ahkaf)
29 Hani cinlerden birkaçını, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin;” sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar (munzirin) olarak döndüler.

 

O ana kadar uyarıcıların toplumları uyarılmış olmayabilir de. Eğer uyarıcılar kendi toplumlarına hemen “müşrik” yaftası yapıştırırlarsa halklarını uyarmadan onlardan kopmak istedikleri anlamına gelir. Bu durumda uyarıcılık görevlerini yapmamış, hatta kötüye kullanmış olurlar. Gerekmedikçe kimseyi tekfir edip de açıkça şirk koşanlar hariç, toplumlarından nefret etmeye başlayanlar ne İbrahim gibi, ne Musa gibi, ne Lut gibi, ne İsa gibi, ne Nuh gibi, ne de Muhammed gibi davranmış olurlar. Çünkü uyarılmamış toplum şirk bile koşuyor olsa uyarılmış olmamak gibi ciddi bir mazereti vardır. Bu mazeretin Allah katında geçerli olup olmadığı ve uyarılmamış toplumların halinin ne olacağı Allah’a kalmıştır. Bizim bilmediklerimizi Allah bilir. Haklarında bir iyiliğe mi kötülüğe mi karar verdiği hususunda bizim zannın ötesinde bir matematiğimiz olamaz.

Ayrıca toplumlar şirk koşuyor olsa bile uyarılana kadar “müşrik” sıfatını hak edip etmedikleri hakkında yorum yapamayız. Şirkin önde gidenleri ve küfrün liderleri ile toplumun bilmeyenini aynı kefeye koyarsak, hükmü biz vermiş oluruz ki bunu elçiler bile yapmamış, son dakikaya kadar uyarmaya devam etmiş ve hatta Lut vakasında İbrahim’in yaptığı gibi neredeyse helake engel olmak için son ana kadar çabalamışlardır.

Uyarılmamış toplumu illa bir isimle isimlendirmemiz gerekirse o isim “müşrik” değil ancak “ümmi” olur. Çünkü ümmiler kitap nedir, iman nedir bilmeyen insanlardır. Doğruya muhtaç haldedirler. Kuran peygamberi bile kendisine vahiy gelmeden önce “kitap nedir, iman nedir” bilmediği halde eğer müşriklerden olmamışsa, İbrahim’in putperest bir toplumda kâinattaki melekûta tanık olup ve vahiy alıp uyarmaya başlayana kadar, hiç müşriklerden olmadığı söyleniyorsa, biz nasıl uyarılmamış toplumumuzu müşrik diye sınıflandırabiliriz! Hayır, onlar müşrik değil ümmidirler. Ellerinde bir kitap olması, yeryüzündeki diğer kitaplardan haberdar olmaları ve bugüne kadar din hakkında kendilerine doğru yanlış birçok şey öğretilmiş olması onların mümin bir uyarıcı tarafından gerçekle uyarılmış olduğu anlamına gelmez. Mekke toplumu da öyle değil miydi? Etraflarında Tevrat da, Zebur da, İncil de vardı. İbrahim’den gelen dini bir gelenek de. Ve uyarılmamış kabul edilip, sonunda uyarıldılar. Doğduğundan beri kendisine ateşin tanrı olduğu söylenen bir insan bile hiç uyarılmamışsa doğruyu bulamama hususunda mazeret sahibidir. Örtüsüne bürünmüş ümmilerdir onlar.

Kendisine nezir (uyarıcı) gelmemiş toplumları Allah helak etmeyeceğini söylüyor. Her kasabaya uyarıcı gelmesi de gerekmez, belirtilen şey; uyarıcı gelmemiş yerlerin helak edilmeyeceğidir. Bu yüzden neresinin altı üstüne getirilecekse orada uyarıcılar türemeye başlamıştır ki orada kurtuluşa layık olanlar bu yok oluştan, bu silinişten kurtulsunlar. Yani uyarıcıların türemesi belki de son şanstır o toplum için. Ümmiler şirk koşsalar bile müşrik değil, mazeret sahibidirler. İşte gerçek nezirler o mazereti de ortadan kaldırmak içindir. “O halde kimseyi uyarmayalım da kıyamet günü sevdiklerimizin mazereti olsun” gibi şeytani bir düşünce de bu durumda akla gelebilir. Eğer öyle yaparsak da Yunus’un düştüğü hataya düşmüş oluruz. Allah’ın emrine karşı duran kurtulabilir mi? Anladığımız kadarıyla Yunus kavmine kızmış ve terk etmişti onları. Bundan dolayı sıkıntıya uğramayacağını da zannetmişti. Ama kınandı. Ve unutmayalım Yunus bu hatasından dönmeseydi yüz binden çok kişinin kurtulmasına vesile olabilir miydi? Kuran’da gördüğümüz kadarıyla Yunus, kavminin hepsi iman eden belki de tek elçidir.

Tüm bunlara rağmen bugün görüyoruz ki, ümmileri bir tarafa bırakın, Kuran’ı merkezleyen Müslümanlar bile basit ihtilafları büyüterek birbirlerini tekfir etmeye, farklı bir görüşünden dolayı terk etmeye ve böylece aynı hataya tek tek düşmeye başladılar. Asıl fitneler vahye tabi olanların arasında çekemezlik nedeniyle ve gerçekte toplum hayatına etki etmeyen çok basit nedenlerle dolaşıyor. Bir insan doğru yolu bulduğunu da düşünse, nezir de olsa, elçi de olsa, nebi de olsa kendisi hakkında ne karar verileceğinden ve cehenneme yollanıp yollanmayacağından emin olamaz. Sırtına aldığı yükten dolayı belki de ümmilerden bile daha zordadır. Ben kurtuldum, kimin ne hali varsa görsün diyen kişinin bir davası olabilir mi!!! Davası yoksa, değeri olabilir mi!!! Allah Kuran’ı görmen için seni seçtiyse, neden seçmiştir hiç mi düşünmez insan!!!

Bakara 213’ü hep hatırlayalım… …O kitap hakkında aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düşenler, kendilerine verilenlerden başkası değildi…

Anlatacağımı anlattım sanıyorum. Kuran’ın gerçek tevhid anlayışını ilk fark edişinde, kendi eski halini unutup sağa sola kâfirler, münafıklar, müşrikler diye saldıran düşünmezler gibi olmayalım. İlmin kendisine açılıyor olması bir Müslüman için denenme sürecidir. Cenneti kazandığı ve süreci doğru yaşadığı anlamına gelmez. İlme talip müminler olarak, Kuran gerçeklerini gördükten sonra dünyayı bir anlamda terk etmenin ve gece gündüz sadece kendimizi abartmanın da manası yok. Vahyi okuyup işittikten sonra bu bilinçle hayatımıza kaldığımız yerden devam etmeliyiz. Ve bu kez yanlışlarımızdan arınmakta olan, doğru işler yapan ve Allah’ın kitabından öğüt alıp, akıl ettiğini hayatına tatbik etmeye ve bu bilinçle uyarmaya çalışanlar olalım. Bölünüp parçalanıp, akrabalık bağlarını koparmayalım. İlk sözümüzde doğruya şıp diye inanmalarını bunca arınmamışlıktan sonra beklemeyelim insanlardan. Bir hıristiyana, bir yahudiye, bir hinduya veya hiç tanımadığımız herhangi bir yabancıya ve hatta Tanrının varlığını ve kitabı reddedenlere gösterdiğimiz iyi tavrı, güler yüzü ve hoş sözü, kendi toplumuna göstermez bir tutarsızlıkta olmayalım.

İçimizdeki öfkeyi değil, barışı, sevgiyi ve merhameti canlı tutalım. Onların çoğu, uyanmaya aday olan bizim canımız ciğerimiz, eşimiz, kardeşimiz, arkadaşımızdır. Onlar müşrik değil ümmidir. Müşrikler net bir şekilde haberli, ümmiler ise habersizdirler. Biz de öyle değil miydik? Daha önce yaptığımız iyi işlerden dolayı mı yoksa bundan sonra yapma potansiyelimiz olduğundan dolayı mı Allah bizi kitabını fark etme lütfuna nail etti? Hangimiz Kuran kendisine açılana kadar hep dosdoğru işler yaptığını iddia edebilir! Hatırlayın… Biz de habersizdik. Eğer Kuran’a yönelmişsek bizi de bir şekilde, bir biçimde birileri uyarmıştır öncesinde. Oluşların sahibi ise elbette Allah’tır.

Ben doğru yolu buldum deyip ilk iş olarak onu karnında taşımış annesine müşrik diyen hayırsız gafillerden olmayalım. Gelin bir İbrahim gibi olalım. O, ortak koştuğu besbelli babasından, apaçık işareti alana kadar hiç yüz çevirmemiş, şirk koştuğunu bile anlatmaya çalışırken, ona hiç “müşrik” dememiş “babacığım” diye hitap etmiştir. Umarım Kuran’ı hayatının merkezine almış müminler olarak da hatalarımızdan günden güne arınırız. Kuran kolaylaştırılmıştır ama basit değildir. Müminliğe adım atmak da kolaydır ama asla basit bir iş değildir. Yük oldukça ağırdır. Ancak taliplisine Allah kolaylaştırır.

Müddessir suresini hatırlayalım… Bize kalk ve uyar dendi. Ardından elbiseni temizle diye ilave edildi. Elbiseni çıkar da çıplak kal denmedi. Mesele üzerimizdeki elbiseyi temizleyerek, Rabbimizi yücelterek, üzerimize o ana kadar bulaşmış olan şirk pisliğini temizleyip, o elbiseyi temiz olarak giymeye devam ederek uyarmaktır. Kendi farkındalığımızı insanların başına kakmak için uyarmıyoruz, onların da uyanması için uyarıyoruz. İyilik “vay müşrik vay” diyerek tebliğ ettiğimizi de başa kakmak değildir. Rabbimiz için sabrederek mücadele etmeliyiz. Allah’ın ayetlerine karşı birisi inatçı kesilmiş olabilir. Kimse boşa yaratılmamıştır. Ne amaçla yaratıldığını ve tüm çabamıza rağmen neden ikna olmadığını bilmediğimiz bir kişiyi Allah’la baş başa bırakmamız gerekmez mi? Şirkin önderleriyle ümmileri nasıl aynı kefeye koyarız! Öfkemize nasıl teslim oluruz! Yoksa biraz bir şeylerin farkına vardık diye sur’a üfürülecek o günden hiç mi korkmuyoruz artık!!! Deneniyor ve büyüdükçe küçülüyoruz. Haddimizi aşmayalım… Biz, doğruya ileten bir Kuran dinledik/okuduk sadece… Ve unutmayalım Kuran da şefaatçi değil, sadece şifadır. Şefaatin tümü Allah’ındır.

Selamlarımla… Allah’a emanet olun…

www.kalemzade.net

twitter: @kalemzade


About the Author
Author

kalemzade

Comments (2)
Leave a reply

Reply to orklbr Cancel reply

Name (required)

Website