Bir Tatlı Huzur…

Bir Tatlı Huzur…

 

Mevsimlerin gelişini, gidişini ne çok severdik eskiden. Hayatımıza bir meltem esintisiyle girer, bizi ruh halimizden ayıltır, kendimize getirir, yeni yol haritaları çizerdik. Kavurucu sıcağın ortasına düşen bir yağmur damlasında hüzün yerine coşkuya kapılırdık. Soğuk mevsimin son demlerini yaşarken bir bahar gününde, toprağın canlanmasıyla içimizde bin hevesle açılmaya amade tomurcuklar biterdi.

Gökyüzünü hep berrak severdik. Gri bulutlara tahammül edemez, iç sıkıntımızı onlardan sebep bulurduk. Yıldızların uzaklığını beğenmezdik, onlarla aynı tozlardan yaratıldığımızı bilmeden daha yakınımızda olmasını, daha çok ışık saçmasını isterdik. Bazen de bir dilek tutuverirdik kayan yıldızlardan.

Güneşin en çok batarken ki halini seyretmek isterdik. En keyifli yemek sohbetleri gün batımında yapılırdı. Bir günün başlangıcının bitişi olduğunu hiç aklımıza getirmeden, daha gün yeni başlıyor deyip, uykuya sızana kadar eğlenmek isterdik. Uykuya direnmezdik, bilirdik ki yarın gün batımında herşeye kaldığımız yerden devam edeceğiz! Göğün kızıllığı bizi bekliyor olacak!

En tutkulu, duygulu şarkıların hep dolunay da yazıldığını hayal ederdik eskiden. En anlamlı ve iddialı sözler dolunay seyrederken verilirdi. Adeta şahit tutulurdu sevgimizin büyüklüğüne, sonsuzluğuna. İnanmak istediğimiz için inanırdık gönülsüz şahitin şahitliğine!

Denizin en çok durgun olanını sevdik hep. Öyle ya; yakamoz vurmalıydı durgun suya ışıklar saçarak yada aheste çekilen kürekler yormamalıydı bizi en sakin olmamız gereken anlarda. Azgın dalgaları sevmezdik biz. Yutuverecek bizi sanırdık. Hatta çocukken; ufuktaki balinaların hareketlerinden dalgaların oluştuğunu sanıp balinalara kızardık!

Ağaçların en çok meyvelisini severdik eskiden. Yıllar sonra eski lezzetini vermeyeceği sanki içimize doğmuşçasına yemelere doyamazdık. Çınar ağacının gölgesi de güzeldi ama biz kiraz ağaçlarını daha çok sevdik. Neşeli çığlıklar atarken meyve bahçelerinde ne kadar mutlu olduğumuzu fark edemedik.

Bilemedik o günlerimizi anlamlı kılanın ne olduğunu.

Göremedik umudun gölgeli bakışlarda son bulduğunu!

Artık; bir tatlı huzur almaya Kalamış’a giden o tatlı insanlar yok. Bir sis perdesinin arkasında bize el sallayarak uzaklaşanlar haline geldiler. Her geçen gün bizden daha çok uzaklaşıp bizde hayal hissi uyandırarak, geçmiş zamanın tozlu raflarındaki yerlerini alıp hiç hatırlanmaz olacaklar. Mevsimler bizde hiçbir değişikliğe yol açmayacak artık. Geldikleri gibi gidecekler. Toprağın kokusu güzel gelmeyecek eskisi gibi. Gökyüzü; dünya işlerinden başlarını kaldıramayan insanlar yüzünden asacak suratını. Güneş ve ay belki de ilk defa beraber doğup, beraber batmak isteyecek yalnızlıktan! Kalp titreten besteler yapılamayacak. Deniz ilgi çekmeyen yakamozundan utanıp, ağaçlara mürekkep olmayı isteyecek. Ağaçlarsa birer tomruk!

“Dikeni bendim, gülü oydu” diye şiir yazan şair asla eskisi gibi yazamayacak.

En ünlü bestekar, notaları asla en ahenkli şekilde yan yana getiremeyecek.

Billur sesli kadın ancak kendisinden daha cüretkar pozlar veren şarkıcı ortaya çıkana kadar şarkısını söyleyebilecek.

En büyük sanılan aşklar, süslü maskelerin arkasındaki canavar ortaya çıkana kadar büyüklük taslayacak.

Bize ne mi oldu?

Bizler Yaratıcımızın bizde en değer verdiği gönüllerimizi terk ettik. Gönüllerimizin dış elbisesi olan bedenlerimizi herşeyin üstünde tutmayı amaç edindik. O elbisenin içindeki cevheri göremeyip bedenlerimize değer biçtik. Bedenlerimize yedirdik, içirdik gelene ve getirene şükretmeden. Bedenlerimize uykuyu uyuttuk, uykumuzda datamızın güncelleme yaptığını bilmeden. Bedenlerimizle sevdik sadece, Yaratıcımızın eşler halinde yarattığını unutarak. Yarınımızdan endişe ederken bunun Allah’a teslim olmakla çeliştiğini göremedik, çünkü bedenlerimiz elle tutulur garantiler istiyordu. Garantiyi sadece Allah’ın sağlayabileceğine inanamadık, teslim olamadık. Orda da kibirlendik, garantimizi biz kendi ellerimizle yaparız, sana ihtiyaç yok dedik!

Biz gönüllerimizi terk ettik, gönüllerimiz de bize kendini unutturdu.

Hac
46:
Düşünen beyinlerle ve işiten kulaklarla yeryüzünü dolaşmadılar mı? Gerçek körlük, gözlerin körlüğü değil; göğüslerdeki gönüllerin körlüğüdür.

Bir tatlı huzura; gönüllerimizi aktif tutarak, iç sesimizi sürekli dinleyerek, bedenlerimize kul-köle olmanın gönlümüzü körelttiğini keşfederek ulaşabileceğimizi hatırlamak umuduyla…

www.eliffevziyecaltepe.wordpress.com/2015/09/02/bir-tatli-huzur


About the Author
Author

Elif Fevziye Caltepe

Comments (1)
Leave a reply

Reply to bilgeban@hotmail.com Cancel reply

Name (required)

Website