“Bilmediğin bir şeye körü körüne inanıp ardına düşme; çünkü işitme, görme duyusu ve beyin, evet bunların hepsi ondan sorumludur.” (17/36)
İslam dini, bilgi temelli bir inanç sistemidir. Onun için körü körüne bir inancı kabul etmez, müminlerin inançlarını sorgulamasını ister. Kuran, sürekli “Eğer söylediğinizde doğru kişiler iseniz getirin delilinizi. (2/111)” diyerek muhataplarına meydan okur ve muhataplarının (iddia sahiplerinin) iddialarını kanıtlamasını ister. Bilgiye, okumaya, yazmaya delile, ispata, kanıtlamaya bu kadar değer veren bir dinin, kendi mensuplarına delil sunmadan, onların sorgulama, araştırma, inceleme yapmadan kabul etmesini nasıl isteyebilir? İslam, asla körü körüne inanmayı, taklit etmeyi, geleneksel olarak bir inancı benimsemeyi kabul etmez. Yaşayanların bir delil üzerine yaşamasını, ölenlerin bir delil üzerine ölmesini savunan bir İslam’ın delilsiz bir inancı kabul etmesi elbette düşünülemez.
Eleştirel, sorgulayıcı, seçici bir bakış açısı sunan Kur’an, bütün düşüncelere de eşit mesafede durur ve şu evrensel ölçütü getirir: “Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar.(39/18)” Kuran’ın ortaya koyduğu bu insan tipolojisi sorgulayıcı, kritik düşünen, araştıran, inceleyen, sentez oluşturan, analiz yapan bir yapıdadır. Bu ayet aynı zamanda Kur’an’ın düşünce özgürlüğüne bakışını da yansıtır. İslam asla despot, dayatıcı, zorlayıcı bir sistem değildir, olamaz da. Çünkü İslam’ın taşıdığı takva, ruh, bilinç gönülden boyun eğmeyi, teslim olmayı zorunlu kılar.
İmanın/inancın akılla, mantıkla, bilimsel verilerle izah edilemeyeceğini savunanlar körü körüne bir inancı kabul edenlerdir. Çevremiz bu tespitin sayısız örnekleriyle doludur. Örneğin İslam’ın bir akıl dininden ziyade nakil dini olduğunu savunanlardan tutun, iman etmede herhangi akli, mantıki bir şey aramanın ne kadar yanlış olduğunu ileri sürenlere kadar toplumun büyük çoğunluğu inancı sadece ruhsal/duygusal bir tatmin aracı olarak görür. Bu düşünce sahiplerine göre iman kalpte oluşur, akılla açıklanamaz. Akıl, iman için sadece delil getirebilir; ama asla iman için bir ölçü olamaz. Oysa Kuran`ın ortaya koyduğu kalp, akleden bir kalptır. Yani kalbin sadece hislerin, duyguların kaynağı, kan pompalanmasının, belli kimyasal reaksiyonların oluştuğu bir yer olmadığını; düşünen, sorgulayan, tümevarım, tümdengelim metotlarını kullanan, parçaları birleştiren ve bir ders, bir sonuç çıkaran vasıflara sahip olduğunu görüyoruz. İslam’ın nakil dini olduğunu savunanlar şu gerçeği de kaçırmaktadır: Sonuçta İslam’ı nakil dini olarak kabul edenler bile, nakledilen/rivayet edilen her haberi doğru olarak kabul etmiyor ve bunlar için bir parametre (ölçü) oluşturuyorlar. Bu parametreyi de akıl sayesinde oluşturuyorlar. Bu dahi gösteriyor ki, nakillerin güvenirliliğini, geçerliliğini ortaya koyan yine aklın ta kendisi oluyor.
Rene Descartes, gerçeğe ulaşmak için bir kere bile olsa hayatımızdaki her şeyden şüphelenmemiz gerektiğini söyler ve “şüphe duyma”yı gerçeğe ulaşmada ilk adım olarak görür. Dr. Ali Şeriati ise şüphe duymayı gerçeğe/hakikate ulaşmak için yeterli görmez, “Başkaldırıyorum, o halde varım.” diyerek, başkaldırıyı insan varoluşunun temeline koyar ve bu başkaldırının “La” demek olduğunu şöyle vurgular: “Descartes, ‘Düşünüyorum, öyle ise varım.‘ derken, Gide ‘Duyumsuyorum, öyle ise varım.‘ demiştir. Bu ikisi sözde şüpheyi içinde barındırır ve hedefi vuramamıştır. Ancak Camus, ‘Başkaldırıyorum, öyle ise varım.‘ dediğinde doğruyu söylemiştir. Çünkü insan başkaldırınca vardır. İnsan ‘La’ ile başlar; yani kendini alıkoyan tüm şeylere ‘La'(hayır/yok) diyerek başkaldırır.”
“La” (hayır/yok) ile başlamayanlar dogmatik, donmuş, kalıplaşmış, dar sınırlara hapsolmuş bir düşünce yapısına, bir dünya görüşüne sahip olur. Bu tiplerin inançları, anne/babalarının, toplumlarının, yaşadıkları coğrafyanın ürünüdür. Bunlar bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olsaydı iyi bir Yahudi, bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak dünyaya gelseydi iyi bir Hıristiyan, Hindistan’da dünyaya gelmiş olsaydı çok büyük olasılıkla iyi bir Hindu olurdu. Onun için düşünmeden, araştırmadan, incelemeden, sadece “inanıyorum” diyerek kabul edilen bir inancın Allah katında pek bir değer taşımayacağı ortadadır. Allah, bütün insanları bir şekilde (açlıkla, canlarıyla, mallarıyla, çocuklarıyla, kazandıkları ticaretle) imtihan edecektir (2/155) ve “gerçek iman sahipleri” ile “ağızlarıyla iman ettik diyenleri” ayırt edecektir.
“İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiçbir imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar (29/2)!”
“Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” (68/1)
Hemen hemen hepimiz; medyada, sosyal paylaşım ağlarında Hristiyan’ken ya da Yahudi’yken İslam’ı seçen insanları görmüşüz. İslam’ı kabul eden bu insanların ortak noktaları İslamiyet’i Müslümanlardan değil, Kur’an-ı Kerim’den öğrenmeleridir. Çünkü Kur’an Allah’ın bildirdiği üzere doğru yola girecekler için bir ışık, bir rehberdir (2/2). Allah Teâlâ, bir konuda hüküm verirken bizleri kitaba çağırmaktadır. Bizim o çağrıya icabet etmemiz için, Kur’an’ı okumalı, üzerinde uzun uzun düşünmeliyiz. Rabbimizin ilk emri “oku” olmasına rağmen; bugünkü Müslüman toplumu okuyan, araştıran, analiz eden, sentez oluşturan bir yapıda değildir. İlk emri “oku” olan, ikinci suresinin ismi “Kalem” ve surenin ilk ayeti “kaleme ve satır satır yazdıklarına” ant içilen, okumaya, yazmaya, araştırmaya, bilime, sanatta bu kadar değer veren bir dinin mensuplarının okumaya karşı bu kadar duyarsız olmaları ilime, bilgiye bu kadar kayıtsız kalmaları tam bir kara mizahtır. Bugün bütün gelişmiş toplumlara baktığımızda okuma oranlarının, eğitim seviyelerinin çok yüksek olduğunu; cehaletin, açlığın, yoksulluğun hüküm sürdüğü toplumlarda ise, eğitim seviyesinin düştüğü ve okuma oranın çok düşük olduğunu görüyoruz. Bu durum bir rastlantı değildir, aksine bu düzeni yaratanın bu düzene koyduğu bir yasadır. Yaratıcı bu yasaya uygun olarak çalışan, didinen, çabalayan bir emek ortaya koyan, üretim yapan kişiye karşılığını vermektedir. Bu kişinin Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, putperest, ateist, deist olması bir şeyi değiştirmez. Okumada, araştırmada, bilimde, teknolojide geri kalan Müslümanlar İslam’ı yaşarken de bilgisiz bir şekilde kula kul yaratan sistemlerin çarkında bir dişli olmaktan öteye geçememişlerdir. Kur’an’ı okuyup anlayarak, kula kul olan düzenleri/sistemleri yıkıp vahyin ışığında Kur’an’ı temel referans alan bir toplumsal düzen inşa etmeliyiz.
Bu din, Arap çöllerinde “kölelere özgürlük” (Fekku rekabeh) nidasıyla başlamıştır. Her türlü beşeri köleliği, kulluğu reddetmiş, insanları sadece Allah ile buluşturup onun egemenliğinde özgür bir şekilde yaşamaya çağırmıştır. Bu “İlahi Nida” dini, dili, ırkı ne olursa olsun bütün insanların hidayete ulaşmalarını sağlamak için, Yüce Allah (c. c) tarafından gönderilmiştir. Her İslam aydınının, mütefekkirinin, entelektüelinin amacı türlü nedenlerle bu “ilahi nidayı” duymayan ve bu nidayla bir şekilde buluşamamış insanları uyarmak, onları bu nidayla buluşturmak (51/55) ve Kur’an kaynaklı İslam’ı bu dönemde de insanlığın gündemine getirmek olmalıdır. Bugün insanlığın karşı karşıya kaldığı siyasi ve sosyal çalkantılar, ekonomik darboğazlar, bireysel bunalımlar, ruhi sıkıntılar gösteriyor ki, insanlık bugün hiç olmadığı kadar yalnız, başıboş ve kendi benlik zindanında hapistir. Nesneleri, değerleri tükettikçe tüketen nihayetinde tükenecek bir şey kalmayınca kendi kendisini, çevresini, doğayı, insanlığı tüketen bir seviyeye gelmiştir.
İslam dini (barış sistemi) hiç kimsenin tekelinde değildir, kendisini bu dinin asıl sahibi görenler -üzülerek belirtmem lazım ki- bu dine en çok zarar veren insanların başında gelmektedir. Maalesef dini asıl kaynağından öğrenmeyen bu insanlar, atalar dinini benimsemiş ve bu atalar dinini Allah’ın gönderdiği “İlahi sistem” gibi görmüşlerdir. “Ulema geçinen din adamları, o kadar çok şeriatlar, haramlar, çarşaflar, peçeler, gıdasal yasaklar, sakallar, sarıklar, istincalar, istibralar, misvaklar, sağ ayaklar, sol ayaklar, hadisler, sünnetler, şefaatler, hazretler, efendiler, kerametler, melanetler, evliyalar, şerifler, seyyitler, hırkai şerifler, kılı şerifler, takiyyeler, takkeler, tespihler, tekkeler, mezhepler, tarikatlar, şatahatlar, muskalar, istihareler, hülleler, hileler, türbeler, nafileler, mekruhlar, menduplar, sevaplar, müstehaplar, fetvalar ve palavralar uydurmuşlardır ki İslam dinini Allah’ın doğadaki ayetleriyle çelişen, karmaşık ve yaşanmaz bir dine çevirmişlerdir.” (bkz. Edip Yüksel, “Mesaj” adlı Kur’an çevirisini sunuş bölümü) Bunların inançları kâğıttan kuleler gibi, örümcek ağı gibi destekten yoksun, yıkılmaya, bozulmaya müsait, yönsüz, temelsiz ve hurafelerle, bidatlerle dolu geleneksel bir inançtan ibarettir. Bugün görülüyor ki, toplumun içinde bulunduğu sorunlara bir çözüm getiremeyen bu geleneksel inanç muhafazakârlaşmakta ve statüsünü elinden kaçırmak istemeyen din adamlarının ve dini grupların elinde oyuncak olmakta, mal mülk ve mevki makam kazanma aracına dönüşmektedir. Devrimci, ilerici, hareketli yönünü kaybeden her görüş, her ideoloji gibi İslam inancı da geleneksel bir inanca ve bir gelenek, bir kültür, atalardan alınan bir mirasa dönüşmüş, bu muhafazakâr dinin bekçileri de statükocu bir yapıya bürünmüştür.
Ayrıca İslam’ı, temelli belli olmayan kof bir sevgi, hoşgörü dinine çevirerek ılımlaştırma çabaları İslam’ın devrimci, itirazcı, değiştirici, dönüştürücü ruhunu kaybetmesine neden olmakta ve ona inananları miskin, hareketsiz, münzevi bir sufîzmin kucağına atmaktadır. Nitekim Unesco’nun 2007’yı Mevlana yılı olarak kabul etmesi bu planın bir parçasıdır. Ortaçağda derebeyleriyle kiliselerin el ele vererek halkı sömürdüğünü ve temeli Mesih öğretisi olan “Düşmanın, yanağına bir tokat atarsa, öbür yanağını da çevir.” öğretisiyle halkın uyuşturulduğu ve kendilerini sömürenleri görmedikleri gibi onların işlerini daha da kolaylaştırdığına tarih şahittir. Bugünkü ılımlı İslam projesi de Hristiyan atına Müslümanı bindirmekten ibarettir. Prof. Dr. İlhami Güler bu tehlikeye şöyle dikkat çekmektedir:
“12 Eylül askeri darbesinden sonra Siyasal İslam’a karşı Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Mevlana üzerinden bir “Türk Müslümanlığı” inşa edilmeye çalışılmıştı. Siyasal İslam’ı “Arap işi” gören bazı Türk allameleri: “Arap’ın kelamı ve şeriatı varsa, Türk’ün de tasavvufu var.” türünden inciler saçma(lama)ya başladılar. Neredeyse her kasabası bir “yatır”a, her köşesi bir “baba”ya sahip olan Anadolu’nun adı geçen bu üç büyük “veli”sine olağanüstü büyük tazim gösterilmeye başlandı. Bu arada, bunların “pîr”i sayılan Maveraünnehirli Ahmet Yesevi’ye de Türki cumhuriyetler için “örnek” ve “model” Türk peygamberi işlevi yüklendi. Kerbela’nın, İranlı Şiilerin ikinci Kâbe’si haline dönüştürüldüğü gibi, Hacıbektaş ilçesi ve Konya vilayeti de Türklerin ikinci Medine’sine dönüştü. Tarihte bazılarınca “Farsça Kuran” unvanı verilen Mesnevi-i Şerif’in Kuran-ı Kerim’e benzer lüks ciltli baskıları ve yeni çevirileri yapılmaya başlandı. Medya ve edebiyat dünyası, harbi Mevlanacı oldu. İlahiler, çok sesli korolar tarafından seslendirilmeye, sufî ve mistik besteler ve klipler yapılmaya başlandı. Mistik ve platonik versiyonlarını “aşk” romanları bestseller oldu. Ünlü senaristlerimiz, mistik içerikli film çalışmaları denediler. Anadolu’nun şaman-mistik genetiği tekrar yeşermeye başladı. Cumhuriyet döneminde teoloji (ilahiyat), saygınlığını kaybettiği için, antropolojik ve sosyolojik açılardan “normal” olarak görülebilecek bu dindarlık ve din yorumu, teolojik kritiğe tutulamıyor. Mevlana Hazretlerinin(!) ünü, Hz. Muhammed’i solladı.” (İlhami Güler, “Direniş Teolojisi”, Ankara Okulu Yayınları, 2011)
Uzakdoğu dinleri başta olmak üzere özellikle Hint mistisizmi, kabala öğretisi, ezoterizm ve kof sevgi(!) Hristiyanlığı üzerine İslam sosu sürülerek imal edilen Tasavvuf öğretisi İslam’la uyuşmadığı gibi lümpen, müptezel, miskin, münzevi, nevrotik ve şizofrenik bir kişiliğin de kapılarını sonuna kadar aralamaktadır. Bu hakikatler güneş misali ortadayken bize dayatılan böylesi bir inanca uyum sağlamaya, kabullenmeye hiç mi hiç niyetimiz yok. Allah’ın indirdiği İslam’a talip olanların da bunlara uyum sağlamamaya çağırıyoruz. Martin Luther King’in dediği gibi: ”Modern psikolojide belki de en çok kullanılan ifadelerden biri “çevreye uyum sağlamayan” ifadesidir. “Uyumsuz” lafı modern çocuk psikolojisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Elbette hepimiz nevrotik ve şizofrenik bir yaşamdan kaçınmak için uyum sağlamaya çalışırız. Ancak sonuç bölümüne yaklaşırken, samimiyetle şunu söylemek isterim, toplumumuzda ve dünyamızda öyle şeyler var ki, sizi bunlara uyum sağlamamaya davet ediyorum. Dürüstçe ifade ediyorum asla ırk ayrımına ve ayrımcılığa uyum sağlamaya niyetim yok. Dini yobazlığa uyum sağlamaya hiç niyetim yok. İhtiyaçları çoğunluktan esirgeyip, lüksleri azınlığa dağıtan bir ekonomik sisteme uyum sağlamaya hiç niyetim yok.”
Muhittin BOZKURT