Teori ile pratik çelişkisi
Teori ve pratik birbirini tamamlayan, Müslümanlıkta mümini mümin yapan önemli bir kavramdır. Bir müslümanın önce teoriyi iyi oturtması gerekir. Allah’ın varlığını delilleriyle oturtması, dinin kaynağını doğru seçmesi, bu kaynağı iyice öğrenmesi ve pekiştirmesi lazımdır. Özellikle dinin kaynağını belirlerken, geçmiş öğretilerden uzaklaşıp, objektif şekilde değerlendirip, çoğunluğa uymak yerine, Allah’a hesap vereceğini bilerek doğruyu bulmaya çalışmak en doğru yaklaşımdır. (Bu konuda “Uydurulan Din ve Kuran’daki Din” size olağandan farklı bir bakış açısı getiriyor. Öneririz) Teoriyi oturtturan bir Müslüman tam anlamıyla bir mümindir diyemeyiz. Çünkü bildiklerini uygulamaya dökmesi şarttır. Allah’ı çokça anmak, Allah’tan gereğince korkmak, tebliğ yapmak, iyiyi emredip kötülükten alıkoymak, fakiri, yolda kalmışı, muhtacı, yetimi gözetmek, adaletli olmak; bilmekle uygulanan şeyler değildir. Teoriyi bilen müslümanın titizlikle bunları hayatına sokması gerekmektedir. Bu da insanların kendini eleştirmesi ve gayret etmesi ile mümkündür.
Ücretimiz Allah’tandır
Allah ve onun dini için yaptığımız şeyleri, bir karşılık beklemeden, içimizden gelerek, gönlümüzden yapmalıyız. Dünyada sahip olduğumuz her şeyi Allah’a borçluyuz. Benliğimizi de yaratan, onu doğuran ve öldüren Allah’tır. Kendimiz de dahil hiçbir şeye sahip olmadığımız bu dünyada Allah’a yönelmek bir karşılık gerektirmez. Ama nefsimiz bir karşılık isteyebilir. Bu durumda bu karşılığı bu dünyada değil öbür dünyada aramalıyız. Zira bu dünya inananlarla inanmayanları ayırmak için olan geçici bir hayattır.(Ali İmran-3/140) Allah insanları canlarıyla ve mallarıyla sınayacağını söylüyor.(Ali İmran-3/186) Bu açıdan bu dünyada bir beklentinin olması her hangi bir eksilme sonrası insanda bir hayal kırıklığı yaratabilir. Bunun için öncelikli amaç her şeyi veren Allah’ın rızasını kazanmak, sonra da nefsin sonsuz yaşama arzusu için ahiret olmalıdır.
Dini amacından saptırıp dünyada çıkar amaçlayan, ne şiş yansın ne kebap zihniyetindeki insanlara da maalesef rastlıyoruz. Verilebilecek en iyi cevaplar Kuran’da yer almaktadır. Bunlardan bir tanesi Nuh peygamberin kavmine cevabıdır:
“Hem ben sizden buna karşı bir mal da istemiyorum. Benim ücretim Allah’tandır…” (Hud-11/29)
Nuh Kavmi:
Nuh tufanı ile ilgili iki görüş vardır. Birincisi tufanın bütün yeryüzünü kapladığı, ikincisi ise bölgesel olduğu.. Kuran’da bütün yeryüzünü kapladığına yada bölgesel olduğuna dair kesin bir kanıt yok. Allah Nuh’a her bir çiftten ikişer tane almasını söylüyor.(Hud-40) Tahminimiz Nuh peygamberin dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan egzotik hayvanlardan her birinden ikişer tane alamayacak olmasından ötürü tufanın bölgesel olabileceğidir. O bölgede yaşayan hayvanlardan almaları, yaşamalarının devamı için gereklidir. Ayrıca Nuh peygamberin zamanında, insanlığın ilk tarihlerine denk geldiği için, insanların yeryüzüne çok dağılmamış olacağını tahmin ediyoruz.
Bir diğer tartışılan olay ise geminin şu anki yeri hakkındadır. Kuran’da“…Gemi Cudi üzerine oturdu…” (11-Hud/44) ayeti geçer. Bildiğimiz gibi yurdumuzda da Cudi Dağı vardır. Fakat Gemi şu anda Türkiye’deki Cudi Dağındadır diyemeyiz. Çünkü cudi Arapça’da yüksek yer, yüksek tepe anlamına gelir. Bu açıdan geminin olduğu yer Cudi Dağında mı yoksa herhangi bir yüksek tepede mi bilemeyiz.
Nuh Tufanı ilgili dikkat çeken bir diğer konu da Nuh’un oğlunu(!) (11/46) ve karısını (66/10) kurtaramamasıdır. Onlar peygamberin en yakınları olmasına rağmen zalimlerden olmuşlardır.
Buradan şu sonuca varabiliriz ki, insanın inanması ile peygambere yakınlığı arasında hiçbir bağlantı yoktur. Lut’un karısı ve İbrahim’in babası da bu gruba dahildir. Bizdeki ehli-sünnet inancına göre peygamberin soyundan kim olursa olsun kaçıncı kuşak olursa olsun, cennetliktir, güvenilirdir ve fetva verebilir. Şiilikte de böledir. Alevi dedeleri seyiddir, onların sözü peygamber gibidir, herkes onlara itaat eder.
Yazar : Mesut Evli