‘Bilim’ Türkçe’de resmi olarak ‘evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayalı yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi’ şeklinde tanımlanmaktadır. (bkz: TDK Güncel Türkçe Sözlük) Türkiye’de özellikle dini çevrelerde ‘bilim’ kelimesi yerine Arapça ‘ilim’ kelimesi de sıklıkla kullanılmakla beraber bu iki kelime de aynı anlama gelmektedir.
Bilim, bütün insanlığın binlerce yılda damla damla, büyük emek ve özveri ile biriktirdiği tüm değerleri içerir. Bu yönüyle bilim insanlığın ortak mirasıdır. Evreni ve olayları anlama etkinliği olarak bilimsel etkinliklerde bulunan birçok insan, tarih boyunca bu etkinliklerinden ötürü zaman zaman büyük baskı altına alınmış, hapsedilmiş veya öldürülmüştür. Bugünkü ulaşılan bilgi birikimi bu açıdan da değerlendirilmek zorundadır. İnsanlığın bu ortak mirasına kanı ve canıyla katkı sunan insanların bu birikimi göz ardı edilemez. Bilimsel etkinler üzerinde baskı kuranlar tarih boyunca bunu genellikle din perdesine bürünerek yapmışlardır.
Bu genel ifadelerden sonra konunun teolojik yönüyle ilgili olduğunu düşündüğüm bazı yorumlarımı ifade etmek istiyorum: Din olgusu genel anlamda iki tanedir. Birincisi vahye dayalı dindir, ikincisi yapay bir dindir. Bu iki dinin mücadelesi geçtiğimiz binlerce yılda olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Vahye dayalı dinki, özel ismi ne olursa olsun, her zaman azınlıkta kalmakla birlikte aklı, düşünceyi ön plana alır, tevhid ilkesi ile mensuplarına gerçek özgürlüğü tattırır. Yapay dinler, özel ismi ne olursa olsun, tarih boyunca her zaman daha fazla insanı etkisi altına almıştır. Yapay dinin egemen olduğu büyük bir ülke veya küçük bir cemaatte ise sömürü, akıl, düşünce ve özgürlük düşmanlığı ilk başta göze çapan husustur. Böyle bir ortamda dinden ekonomiye, siyasetten evrene kadar her şeyi en iyi bilen ve bu bilgisinin kaynağı asla ve asla sorgulanmayan ruhban sınıfının varlığı da dikkati çeker.
Roma Katolik Kilisesi’nin egemen olduğu Orta Çağ Avrupa’sını ele alalım: Ruhban sınıfı hayatın her alanında etkilidir ve neredeyse tek otoritedir. Ruhban sınıfı mensupları asla dini görevleri ile yetinmemekte, hayatın her alanında, hatta bilimsel gerçeklerde bile kendisinin söz sahibi olduğunu ileri sürebilmektedir. Onlara göre dünyanın şeklini, gezegenleri ve yıldızları da en iyi bilenler kendileridir. İleri sürdükleri savlarda kaynaklarının ne olduğunun veya bu bilgilere hangi yöntemlerle ulaştıklarının bir önemi yoktur. Onlar din adamıdır ve onlar ne söylerse doğrudur! Aykırı görüşler kesinlikle engizisyon mahkemelerinin hışmına uğrar. Giordano Bronıo’nun 1600 yılında yakılarak öldürülmesi bu engizisyon hışmının son derece tipik bir örneğidir. Galileo Galilei’nin sonu da Bruno gibi olacaktı ki ileri sürdüğü astronomik görüşünden vazgeçtiğini söyleyerek idamdan kurtulabilmiştir. İki iki tipik örneğin dışında Orta Çağ’da din adına bilim ve düşünce özgürlüğünün önüne getirilen engeller, cezalar, katliamlar apayrı bir çalışmanın ürünüdür. Burada şu soruyu sormak istiyorum: Peki Batı dünyası bu engizisyon zulmünden nasıl kurtuldu? Bu sorunun cevabı birikim sahiplerinin, yani hem servetçe ve hem bilgi açısından birikim sahibi olanların fedakarlık ve yönlendirmeleri ile. Birikim sahiplerinin önderliğinde bedel ödeyen Avrupalı, ruhban sınıfının baskı ve etkisinden kurtularak bugünkü seviyesine gelmiştir. Peki ruhban sınıfı bilimden neden rahatsız oluyordu? Bu sorunun muhatabı durumundaki ruhban sınıfı sadece Orta Çağ Avrupası’nın din adamlarını değil, dünya tarihindeki her zaman ve mekanda var olan yapay dinlerin temsilcilerini ifade etmektedir. Yani Orta Çağ Avrupa’sının ruhban sınıfı da , 2014 yılının Türkiye’sinin ruhban sınıfı da neden bilimden rahatsız olmaktadır? Bu sorunun cevabı açıktır: Bilim, evreni ve olayları anlama etkinliği olduğu için sürekli dinamik ve işlevsel bir aklı gerekli kılar. Bu durum insanların her şeyi sorgulamalarını da beraberinde getireceği için bazı odakların insanların üzerindeki hegemonyasını, etkinliğini ve sömürü düzenini tehlikeye sokar. Tüm bunlar insanı özgürleştirir, insanı insan karşısında kul olmaktan kurtarıp bir ‘birey’ haline getirir.
Bu noktada asıl konuya gelmek istiyorum: Yukarıda çok kısaca Orta Çağ Avrupa’sında yaşananların Türkiye’de halen yaşandığını görmenin üzüntüsü içerisindeyim. Ne yazık ki insanımıza Orta Çağ Avrupa’sının karanlığını yaşatan bazı odaklar toplumumuz üzerinde her geçen gün etkili olmakta, daha fazla insanımızı hegemonyaları altına alarak karanlığa itmektedir. ‘İslam’ perdesi altında açtıkları yasa dışı Kuran Kursu, medrese, külliye gibi yapılarla Türkiye’nin aydınlık yarınlarını kararttmaktadırlar. Özellikle yaşadığım yerde bu durum çok vahim durumlara gitmektedir. Daha çocukluktan itibaren çocuklara tevhid yerine şirk, akıl yerine hurafe, özgürlük yerine müritlik adı altında gönüllü kölelik, bilim yerine keramet, İslam’ın evrensel değerleri yerine Arap kıyafetleri gibi yerel Arap örfleri aşılanmaktadır.
Kısaca söz ettiğim bu odaklardan birinin şeyhi kitabında şu anlamda ifadelere yer verebilme cüretini gösterebilmiştir: ‘Besmelesiz başlayan kitap okumayın, onun yerine Kuran okuyun. Amerikan fenni ile işler halledilmez, dua gereklidir. Diploma için okula gideceğinize, Kuran’ı öğrenmek için bize gelin. Yunan felsefesi ile uğraşacağınıza Kuran okuyun. Şeriatı tam bilmeyen gazeteleri ve yazarlarını okuyacağınıza Kuran okuyun. Şeriatı tam bilmeyen televizyoncuları izlemeyin, hatta TV’leri evlerinize sokmayın.’
Bu hezeyanları İslam adına ortalığa saçan bu kişinin bir müridi ise 3 Aralık 2011’de Bursa’daki bir sohbet etkinliğinde aynen şu ifadeleri kullanabilmiştir:
‘’Yıldızlardan ve gezegenlerden, bu kadar ışık hızı kuvvetli gittiği halde, dünyaya ışıkları gelmeyenler var mı? Onlar öyle diyorlar yani. Şimdi ben bu işi tam bilmem de. Bilim adamları ne diyorlar şimdi: O yıldızın gördüğümüz ışığı bilmem kaç yüz bin sene önceki ışıktır da, şu anda yeni ışık ne kadar sonra gelecek falan. Diyorlar ki öyle yıldızlar, gezegenler var ki ışıkları henüz dünyaya ulaşmamış. Peki ışık hızı bu kadar fazla iken bunlar ne kadar yukarıdaki hala daha gelmemişler. Hal böyle olunca, o yıldız dünya yaratılmadan, efendim veya dünya yaratıldıktan sonra yaratıldı, dünya ile beraber diyelim. Gökler yapıldı, Rabbim gökleri yarattıktan sonra yıldızları da döşedi. O zamandan beri ışığı gelmemiş. (Yüzünde alay edercesine bir gülüş) Tıhh, ee, o zaman o yıldızdan daha yukarıda olan birinci kat semaya bunlar nasıl çıkacak? Anlıyor musunuz? Onların kendi lafıyla onları bağlıyoruz. Allah’ımızın mülkü geniş, birinci kat sema (eliyle gösteriyor) böyle kaplamış, ikinci kat birinci katı böyle (eliyle gösteriyor) kaplamış. Arası 500 senelik mesafe. Yine üçüncü kat ikincinin üstüne böyle (eliyle gösteriyor). Ondan sonra efendim, yedi kat sema birbirini kaplamış. Bir de ne var? Allah’ın kürsüsü var, değil mi? O kürsü ne yapıyor, vesiğa kürsiyyühüssemavati vel ard. (Önündeki bir kitaba bakıyor) Yedinci kat sema ile kürsünün arasında ne kadar mesafe var? Yine 500 senelik mesafe var. Abdullah İbn-i Mesud radiallahu anh’nın rivayetidir. (Cemaatten biri ile konu dışı kısa bir konuşma) Efendim, her iki kat arası ne kadar seneymiş? 500 sene. Bunları unutmayın, sahih rivayet bu. Her kitapta geçer bu. Yedi kat semadan sonra ne var? Bu dünyanın bütün teknolojileri, işte ne onun adı,teleskop, mikroskop daha neler çıkardılar, uzay bilimleri, bilimcileri, milyar dolarlık bütçeler falan falan. Hala birinci kat semanın aşağısında olan gezegen ve yıldızlar hakkında, Mars’ta su var mı, Merih’te et var mı, öbür tarafta but var mı, manyak manyak işler. (ellerini iki yana açıyor, yüzünde alaycı bir ifade görülüyor. Cemaat arasında da hafiften gülüşme sesleri geliyor) Ben sana söyleyeyim zaten, sen oraya çıkamadan dünya kopacak, masrafa değmez yahu, biraz, yani o kadar 70 milyar dolar, 100 milyar dolar. (Alay ederek) Ver bana 100 bin dolar, ben sana hepsini söyleyeyim ya. (Cemaat gülüyor) Ne cahil adamsın. Ee, Kuran’da var, hadiste var, bakmıyorlar ki salaklar. Belki de zannediyorlar ki, bu rivayetler zayıf olabilir, biz yine gözümüzle görelim. (Alay edercesine) Ee, ne göreceksin, ne görecen. Ordan bir gidiyorlar bir yere, geliyorlar, aaa, ne diyorlar ona, kara çukur mu diyorlar bir şey. (Cemaatten biri hatırlatma yapıyor) Kara delik mi, kara delik. Allah onlara hep kara delikleri gösteriyor böyle. (el hareketleri yapıyor bu sırada, cemaat de gülüyor) Bir yerlere gidiyorlar, tam bir şey bulduk zannediyorlar, bir delik. Üfff, girersek çıkamayız diyor. (Cemaat gülüşmeye devam ediyor) Onun için kalsın.
Ta, dünyada bermuda üçgeninin sırrını çözememişler, gökteki sırrı çözmeye çıkmışlar. Yerin altındaki sırrı çözmemişler, magma tabakasını çözmemişler, yerlerin altında cehennem kaynıyor, kaynatıyor, onu çözmemişler, yanardağlardan haberleri yok, deprem ne zaman olacak haberleri yok, dağ ne zaman patlayacak haberleri yok (elini havaya kaldırıyor) gitmiş havayı karıştırıyor. Ya, bir insan bu kadar akılsız olur mu? Aşağıyı halletmeden yukarıya çıkılır mı? (cemaat gülüşüyor) Cahil, cahil. Kafirlerin hepsi cahildir.’’
Bu ifadelerle ilgili olarak öncelikle şunu ifade etmemiz gerekir ki, bu ifadeleri neresinden, nasıl tutarsanız tutun bu ifadeler açık bir hurafe dinciliğidir. Ayrıca bu ifadeleri dile getirenler ‘münferit’ denilerek göz ardı edilecek cinsten değildir. Çünkü bu ve benzeri ifadeleri kuranların müridi olan yüzbinlerce insan halen daha karşımıza çıkabilmektedir. Bu kişi ve oluşumlara ‘mürit’ sıfatıyla doğrudan destek olanların yanı sıra, bu kişi ve oluşumlara uzaktan sempati ile bakan milyonlar vardır. Ayrıca bu hezeyanlarla dolu ifadeler akla, düşünceye ve bilime en fazla teşvik içeren kutsal metin olan Kuran’ın dini İslam adını ortaya seriliyorsa ortada vahim bir durum var demektir. Bu bahiste kısaca söylemek istediğim şudur: Her şeye rağmen halkının büyük çoğunluğu müslüman olan ülkeler arasında en aydın ülke Türkiye olmasına rağmen ve insanlığın her alanda büyük adımlar attığı 21.yüzyılda yaşamamıza rağmen bu kişi ve oluşumların ülkemizde dahi etkin bir şekilde karşımıza çıkması son derece düşündürücüdür. Türkiye’de bu tür hezeyanlar din diye piyasaya sürülebiliyorsa diğer Ortadoğu ülkelerinin durumunu siz okuyucularımızın takdirine bırakıyoruz.
Şimdi hezeyanlarla dolu bu ifadelerle ilgili olarak bazı saptamalarımı sizlere aktarmak istiyorum.
1-Yüzlerce yıllık birikim insanlığın önüne ‘ışık hızı’ ve ‘ışık yılı’ kavramlarını ve bu kavramlara bağlı olarak da evrenin akıl almaz genişliğini ortaya koymuştur. Ancak belli ki yukarıdaki ifadeleri kullanan kişi bu kavramı kavrayamadığı gibi, bu müthiş doğa kanununu ‘falan’ diyerek kendince ‘palavra’ gibi yansıtmaya çalışmıştır. Öyle ya, onun önündeki hurafelerle dolu bilmem kaç yüzyıl öncesinin kitaplarında öyle bir kavram yok. Bilim bugün milyarlarca ışık yılından söz ederken kendisi yedi kat semadan ve bu bu yedi kat semanın her biri arasında 500 senelik mesafenin bulunduğundan söz etmekte ve kendince bilim insanlarının kendi ifadeleri ile bilim insanlarını bağladığını söylemekte.
2-Kendi önündeki kitapta okuduğu ve hiçbir bilimsel çabaya dayanmayan uyduruk ‘rivayetler’in sahih olduğundan söz ederek bunların akıllarda tutulması gerektiğinden söz etmektedir. Peki hiçbir çabaya dayanmayan ve hiçbir geçerliliği olmayan bu mezhep, tarikat kitapları ‘sahih’ oluyor da, büyük çaba, özveri, bilimsel etkinliğe dayanan modern bilimin verileri nasıl geçersiz oluyor, dalga konusu yapılabiliyor?
3-Bugün Mars ve diğer gezegenlerle ilgili yapılan çalışmaları ‘manyak işler’ olarak niteleyen bu kişi ve ona biat edercesine önünde diz çöken cemaat, yarın bu çalışmaların meyveleri insanlığın önüne konduğunda bu meyvelerden uzak duracaklar mıdır? Bugün internetten, cep telefonlarından, canlı yayınlara çıktıkları televizyonlardan uzak durmadıkları gibi yarın da yeni ürünlerden uzak durmayacaklardır.
4-İnsanlığın karşısında akıl almaz bir doğa kanunu olarak konan ve Allah’ın Kuran’da üzerinde yemin ettiği ‘kara deliklerle’ ilgili kullandığı ifade ise daha dehşettir. Oysa Kuran’da Allah bu fizik kanununa şöyle gönderme yapar:
İş onların sandığı gibi değil! Yıldızların kayıp düşme noktalarına yemin ediyorum. Ve eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir bu.
(Vakıa 75-76)
Bugün modern fiziğin ortaya koyduğu veriler yıldızların kayıp düşme noktalarının çok yoğun bir noktalar ve olan ışığı dahi yutan karadelikler olduğunu ortaya koymuştur.
5-Kuran’ı her türlü dogma, hurafe, bin yıl öncesinin donmuş kalıplarından sıyrılarak okuyan herkes birçok yerde çok açık bir şekilde gökyüzünde, yeryüzünde, gece ile gündüzün peşi sıra gelişinde, rüzgarlarda, bulutlarda, bitkilerde, hayvanlarda, insanların dillerinin ve renklerinin farklı oluşunda ve daha birçok şeyde Allah’ın ayetlerinin bulunduğunu ve Allah’ın bu ayetlerinin incelenmesini istediğini görür. Bunun bugünkü karşılığının şu olduğunu düşünüyırum: Astronomların, jeologların, klimatologların, antropologların, arkeologların, filologların ve daha birçok bilim dalının orta koyduğu veriler bizzat Allah’ın deyimiyle ‘Allah’ın ayetleri’dir. Ancak bu kişi İslam adına Allah’ın ayetleri ile dalga geçebilmiştir. Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir ki bu bilim dallarında çalışan bilim insanları hangi dinden, inançtan, felsefeden olursa olsun, ortaya koydukları ve insanlığa sundukları evrendeki muhteşen tablo aslında Allah’ın ayetleridir. Yani ortaya koyanın dini ortaya konulanın değerinden hiçbir şey kaybettirmez.
6-Hepimiz İsrail’in Filistin’i bombalamaya başladığı sırada aynı şeye tanık oluruz. Sosyal medya üzerinden veya başka araçlarla bilmem kaç adet ‘Fetih suresi’ veya ‘Ya-Kahhar’ dağıtılır. Bu sayede İsrail’in kahrolacağı ümidi beslenir. Yukarıdaki hezeyanları ortaya koyan kişi ve mensup olduğu tarikatta aynı tavrı sergiler. Bu düpedüz insanlarla daha da ötesi Allah ile alay etmektir. Eğer bir gün kurtuluş gerçekleşecek ise bunun ilk adımı ata kabullerinin her yönüyle sorgulanması, mezhep taasubundan kurtulunması, akıl, düşünce ve bilim düşmanlarının pasifize edilmesi ve hepsinden de önemlisi bir özeleştirinin yapılması olacaktır.
7-Bu hezeyanlarla ilgili şu noktanın da altı özellikle çizilmelidir. Buün insanlığın geldiği bilimsel aşamalarda çok eskilerde de kalmış olsa (800-1200 yıl öncesi) İslam dinini benimsemiş insanların da büyük özverisi, emeği ve katkısı vardır. ‘İslam’ üzerinden ‘bilim’e vuran bu kişi bu Müslüman atalarını unutmuşa benziyor.
8-Mademki bu kişi ‘100 bin doları bana verin, ben göklerde ne var size söyleyeyim’ diye dalga geçiyor, günlük hayatında kullandığı uzay teknolojilerini neden ‘cahil kafir’ diye nitelediği insanlardan alıp kullandığını da açıklamak durumundadır. Aynı zamanda onun önünde diz çöküp, sesini çıkarmayan kitleler de bu sorgulamayı yapmak zorundadır. Acaba radyo dalgarını iletme özelliği gösteren iyonosfer tabakası da ellerindeki bilmem kaç yüz yıl önce yazılmış mezhep kitaplarında yazıyor mudur? Uydudan sigara paketinin üzerindeki yazıyı okuyabilenlerin ortaya koydukları veriler de aynı şekilde bu kitaplarda yazıyor mudur? Eğer yazıyorsa soba borusundan yapılan silahlarla kendini korumaya çalışan müslüman kitlelere ne demeli?
Bu olay özelinde tarihsel bir özeleştiri yapacak olursak şunları ifade etmek isterim: Osmanlı’nın askeri gücünün zirvesinde olduğu yıllarda, 1580 yılında Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi bir fetva yayınlar. Bu fetva ile 1577 yılında Takiyeddin’in Tophane sırtlarında kurduğu rasathane top ateşine tutularak yıkılır. Gerekçe olarak da gökyüzünün sırlarının araştırılmasının kimsenin haddi olmadığı söylenir ve kanıt olarak da o dönemlerdeki veba salgını gösterilir. (Konu ile ilgili detaylı bilgi için Bilim Tarihçisi Yavuz Unat’ın 21 ciltlik ‘Türkler Ansiklopedisi’nin 11.cildindeki makalesine bakılabilir.) 434 yıl öncesinin Şeyhülislam’ın zihniyet yapısı ile bugünkü bağnazlık arasında pek bir fark görülmüyor. Zihniyet yapısı dışındaki tek fark şu an için bu bağnaz oluşumların toplum üzerinde ‘resmi’ bir yaptırım güçlerinin olmaması gösterilebilir.
İslam adına bilim düşmanlığının Osmanlı dönemindeki diğer tipik örneğini ise 1871 yılında Darülfünün’ün kapıtılması olayı oluşturur. Hoca Tahsin Efendi’nin çalışmaları o dönemde İslam içinde bir tür ‘ruhban sınıfı’ oluşturan kimseleri rahatsız etmekteydi. Bu rahatsızlığın en sonunda Hoca Tahsin Efendi’nin deneyi bahane edilerek Darülfünün kapatılır. Hoca Tahsin Efendi’nin deneyi ise son derece basittir: ‘Cam fanus içerisindeki bir kuşun, bir süre sonra havasızlıktan öldüğünün kanıtlanması.’ Bu olay üzerine Hoca Tahsin Efendi tarihin kulağını şu ibretlik ifadelerle fısıldar: ‘’Suçumuz olgunluk kazanmakmış, oysa bize cehalet gerek. Tanrım, bilim öğrenme suçundan tövbeler olsun.’’
Yukarıdaki hezeyanları kuran kişi ise yakın dönemlerdeki İslam coğrafyasında yaşanan bir olayı anımsatır: 1975 yılında da S.Arabistan şeyhi Bin Baz’ın ‘dünyanın döndüğünü söyleyen kafir’ olur fetvası ve bu fetvaya dayanak yaptığı kendince delilleri de yukarıda ifade ettiğimiz kişinin ifadeleri ile hemen hemen aynıdır.
Bu örnekler bize gösteriyor ki İslam’ı ellerinde oyuncağa çevirenlerin zihniyet yapısı aradan yüzyıllar da geçse değişmiyor, değişmeyecek. Bu durumda şunu rahatlıkla ifade edebilirim: İslam’ın düşmanı asla ve asla diğer din, inanç veya felsefi sşstem değildir. Bir düşman varsa eğer o da ön kabulleri, hurafeleri, bağnazlığı, karanlığı İslam diye pazarlayanlardır. Eğer bu pazarlık önlenebilirse öncelikli olarak İslam’a saldıranların elindeki en önemli gerekçeler ortadan kaldırılacaktır. Bundan daha da önemlisi vahyin akıl, düşünce ve bilimle buluşması gerçek kurtuluşun reçetesi olacaktır.