Vahiy Akıl İlişkisi

Kur-anı anlmamızda ışık tutacağına inandığım Kur-ani doğrulardan yola çıkan kardeşimizden aldığım bir yazıdır. aynen aktarıyorum…. Selam ile.
VAHİY-AKIL İLİŞKİSİ”
Allah’ın selamı, rahmeti, bağışlaması O’nu razı eden ve etmeye çalışan kulları üzerine olsun.
Bu gün Allah izin verirse, konuma “akıl” ile başlayıp, daha sonra da “vahye” değineceğim. Bu iki kavramdan bahsederken onlardan ayıramayacağım bir diğer kavramı tabiri caizse sacayağının üçüncü ayağını da çalışmama aldım ki bu “zaman” dır. Kısaca “vahiy-akıl-zaman” ve bunların birbirleriyle ilişkileri üzerinde duracağım. Hatalarım için Rabbimden bağışlanma diliyorum.
Birkaç soruyla konumuza giriş yapalım:
– Elleri olmayan bir kişi insan mıdır? (evet)
– Gözleri olmayan, göremeyen bir kişi insan mıdır? (evet)
– Ayakları olmayan, yürüyemeyen bir kişi insan mıdır? (evet)
– Peki aklı olmayan, düşünemeyen bir kişi insan mıdır? (görünüşte evet)
Demek ki insan, diğer insanların sahip oldukları özelliklerin bazılarına sahip olmasa da insan olarak değerlendirilirken, aklı olmayan kişileri bu bağlamda muhatap almamız mümkün olmamaktadır. Yani akıl insanı insan yapan özelliktir.
Arapçada “akl” kök olarak “kötü söz ve davranıştan kendini geri tutmak” demektir. Fiil olarak kullanıldığında “tutmak, dizginlemek, idare etmek” anlamına gelir. Buradan yola çıkarak akıl; aşırı söz ve davranışlardan insanı tutan, dizginleyen bir güç anlamında kullanılmıştır.
Akıl insana doğuştan verilen bir ‘kuvve’dir. Yani her insan akla sahip olarak doğar. Akılsızlıkla itham edilen insanların yerilmeleri, kendilerinde akıl bulunmadığından değil, mevcut akıllarını kullanmadıklarından dolayıdır. Nasıl ki bir insanın elini bağlasanız da onu hiç kullanmasa bu elin var olmasının ona faydası yoktur; hiç kullanılmayan aklın da insana faydası olmayacaktır. İşleyen, çalışan akıl; iyi ve kötü, güzel ve çirkin, eksik ve tam ayrımı yapar, elde ettiği bilgilerden ilkeler ve hükümler çıkarır ve uygulamaya yönelir. Bunu yapmayan akıl insanda bulunsa da, insanla hayvan arasında fark yaratmayacaktır.
– Yoksa sen onların çoğunun kulak veren ve aklını kullanan kimseler olduğunu mu sanıyorsun! Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da akılsızdırlar. FURKAN-44
Akıl verilmeyen hayvanlar, sorumlu da tutulmamaktadırlar. Ama insan aklını ister kullansın, ister kullanmasın sorumludur. Yani “Rabbim aklımı kullanmadığım için benden ne beklediğini bilmiyordum” diyemez. Tıpkı trafiğe çıkan birinin “ben kuralları bilmiyordum” mazeretinin arkasına saklanamayacağı gibi. Çünkü Allah Galü-Bela ifadesiyle (A’raf-172) insanın fıtraten aklını kullanarak Rabbini bulmaya ve tanımaya kabiliyetli yaratıldığını vurgulamaktadır.
– Ey iman edenler! Sorumluluklarınızı kasten yerine getirmeyerek Allah ve Rasülüne ihanet etmeyin. ENFAL-27
Aklın iki eylemi vardır: anlamak ve düşünmek. Öyleyse aklın olmasının getirdiği sorumluluklar bunlardır ve yerine getirilmelidirler. Düşünen insanın doğruyu bulma ve Allahı razı etme ihtimali vardır. Düşünmeyen bir insan için bu söz konusu bile değildir. Yani insan düşünmemekle sorumluluktan kaçamaz. Düşünmekse beraberinde sorgulamayı getirir. İnsanların düşünüp sorgulamasını istemeyenler onları akılsız hayvanlar yerine koyup güdenlerdir. Uydurma bir din oluşturur ve çıkarlarına hizmet eden bu dini sorgulamayı yasaklarlar, haram kılarlar. çünkü bilirler ki eğer sorgulama olursa yalanları ortaya çıkacak, dayattıkları dinin uydurma olduğu anlaşılacaktır. Yoksa ellerindekinin doğruluğundan emin olanlar sorgulanmadan korkmaz bilakis teşvik ederler ki doğrulukları anlaşılsın ve pekişsin. Örneğin şu elimdeki kalemi ben size kalem olarak söylüyorsam “buyurun sorgulayın” derim, çünkü sorgulama iddamı ispatlayacaktır. Ama eğer ben bu kalemi cep telefonu diye yutturmaya çalışıyorsam şöyle söylerim: ”sakın bunu kurcalama sorgulama, ne diyorsam inan yeter”, çünkü sorgulama söylediğim şeyleri çürütecektir. Bu nedenle onlar akla değil duygulara hitp eden bir din sunar ve bunun akılla anlaşılamayacağını idda ederler. İnsanların çoğu akledip sorumluluk almaktansa bunlara uyup taklit etmeyi tercih eder ve sıfır kilometre akıllrla ölürler.
Fıkra bu ya müslümanın biri, ahrette hesap veriyor. Melekler: ”Hayatta neler yaptın? Bize ne getirdin? ” diye hesap soruyorlar. “namaz kıldım” diyor. ”başka ne getirdin? ” “işte oruç tuttum onları getirdim”. ”başka ne? ” “zekat verdim onları getirdim. ” “başka ne” “hacca gittm onları getirdim, bol bol zikrettim; Subhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber dedim onları getirdim” “başka başka? ” Adam terlemeye başlıyor, yapmadığım bir şeyi mi bunlar benden soruyorlar acaba…. diye düşünürken birden “Haa” diyor. ”Bir şey daha getirdim size” “Nedir” diyor melekler. “Ddünyada iken Allahın bana verdiği, onu vererek beni dünyadakilerin en şereflisi kıldığı aklı, ambalajıyla, hiç kullanılmamış şekilde size geri getirdim” diyor. Maalesef yaşadığımız toplumdaki insanların durumu bu.
Akıl bu derece önemli olmakla beraber yaratılış amacı ve doğru yaşam şeklini seçme konusunda yeterli değildir. Daha doğrusu aklı etkileyen ve yanlışa yönlendiren faktörler vardır ki bunların başında “nefis” dediğimiz “heva ve heves” gelir. Bu nedenle Allah insana aklın yanı sıra, bu aklı kontrol edip hevanın elinden kurtaracak vahyi de vermiştir. Eğer akıl tek başına yeterli olsaydı; o zamana kadar aklını kullanıp hiçbir pisliğe bulaşmayan, günümüz tabiriyle “kalbi temiz” olan Muhammed’e(sav) vahiy gelmez, Allah ona “seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedik mi” DUHA-7 demezdi.
Akıl kullanılırsa vahye giden yolu bulacak, onu anlayıp iman edecek ve daha sonra da üzerinde düşünüp Salih amele dönüştürecektir. Allah yarattığı insanı ve aklını tarihin hiçbir döneminde yalnız, şaşırmış bırakmamış, seçtiği rasuller aracılığıyla sürekli vahiy göndererek insana doğru yolu göstermiştir.
– İnsana doğru yolu gösterdik. İNSAN-3
– Doğru yolu göstermek Bize düşer. LEYL-12
Aklı ve vahyi veren Allah bizden de bu aklı vahiy eşliğinde kullanmamızı istemektedir. Eğer Allahın bu emirlerine uyarsak şaşırır mıyız, sapıtır mıyız, kafayı üşütür müyüz? Eğer Allahın emirlerine uymak insanı saptırsaydı “Ya Rabbi senin sözünü dinledik, o yol bizi saptırdı. ” diye bahanemiz olurdu. Buna rağmen insanlar hep şöyle demektedirler: “Çok fazla düşünürsen sapıtırsın, -Fazla derine dalma kafayı üşütürsün, -Dinle, kitapla fazla uğraşma şaşırırsın, namazını kıl, orucunu tut tamam…” Özellikle de din konusunda Allah, Kur’an üzerinde düşünmeyi emrederken (Mü’minun-68, Enbiya-10, Nisa-82) insanlar “bu işler akılla olmaz, -bunları kafandan çıkarıyorsun, – kuru akılla bu işleri anlayamazsın” ucuzluklarına sığınıyorlar. Allah aklet diyor, o, bu bahaneleri söylüyor. Kafamdan çıkarmıyacam da neremden, karnımdan mı çıkaracam! Yok kuru akılla olmazmış, e ıslatalım o zaman, o da yok. Yeter ki körü körüne inanılsın…Allah körü körüne imanı “atalar dini” olarak nitelemekte ve kabul etmemektedir. Üstelik “ya ataları doğru yolda değilse” diyerek insanı düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etmektedir.
– Onlara: “Allahın indirdiğine uyun” denildiğinde, “hayır biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız” derler. Ataları akıllarını kullanmayan ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı? BAKARA-170
Akılla ilgili ayetlere bir bakalım:
Vahyin muhatabı akıldır (Ey akıl sahipleri…. Bakara-179). Kur’an bizlere İbrahim’in akletmesini örnek verir (En’am 75-79) ayrıca İbrahim a. s. mın Nemruda “güneşi batıdan getir” demesi ve putları kırıp baltayı büyük putun boynuna asması da akletme örnekleridir ve Allah bizim de akletmemizi istemektedir:
– Göklerin ve yerin yaratılmasında, geceyle gündüzün peşpeşe gelmesinde, insanlara faydalı şeyleri taşıyan gemilerin denizde hareket etmesinde, Allahın gökten su indirip onunla ölümünden sonra yeri dirilterek orada her türlü canlıyı yaymasında, rüzgarın estirilmesinde ve yerle gök arasında emre amade bulutların hareket ettirilmesinde aklını kullanan kimseler için ayetler vardır. BAKARA-264

Birçok ayette de Allah, akledilmesi için ayetleri iyice açıkladığını belirtmektedir:
– İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye ayetlerini iyice açıklıyor. BAKARA-242
-Eğer aklederseniz ayetleri iyice açıkladık. A’li İMRAN-118
-Allah, düşünesiniz diye ayetlerini işte böyle açıklıyor. BAKARA-219
Kur’anın bir öğüt olduğunu söyleyen Allah, ancak akıl sahiplerinin öğüt alacağını vurgulamaktadır:
– ………Ancak akıl sahipleri öğüt alır. BAKARA-269
– Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilenle, ona karşı kör olan bir midir! Ancak akıl sahipleri öğüt alır. RAD-19
– İşte bu, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. SAD-29
Rabbimiz kıssalarla dabizi akletmeye sevketmektedir:
– Andolsun ki onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. YUSUF-111
– Onlara bu kıssayı anlat ki düşünsünler. A’RAF-176
Bazı ayetlerde Allah emirlerine karşı gelenleri uyarmakta ve onları akıllarını kullanmaya çağırmaktadır:
– Size de, Allahın yanı sıra kulluk ettiklerinize de yazıklar olsun! Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz! ENBİYA-67
– Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka velilere uymayın. Ne kadar az düşünüyorsunuz! A’RAF-3
Aklı olduğu halde kullanmayanlar bakın nasıl eleştiriliyor:
– İçlerinde sana kulak verenler var. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın, hele akıllarını da kullanmıyorlarsa. YUNUS-42
– Allah katında canlıların en kötüsü, aklını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir. ENFAL-22
– İnsanların ve cinlerin çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, ama onunla düşünmezler; gözleri vardır ama onunla görmezler; kulakları vardır ama onunla iştmezler. İşte onlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar! İşte onlar gafillerdir. A’RAF-179
İslamın ilk yıllarında Müslümanlar akıllı idiler. Çünkü akıllılar Müslüman oluyorlardı. Atalarının dinini sorguluyor, yanlışlığını anlıyor ve vahye yöneliyorlardı. Vahyin doğruluğu üzerinde düşünüp iman ediyorlardı. Hatta imandan sonra bile Rasulü sorguluyor; eğer söylediği vahiyse teslim oluyor değilse onlar da kendi görüşlerini söylüyorlardı. Ne zaman ki Allah’ın söylediklerinin yerine kullarının söylediklerini nihai doğrular olarak kabul etmeye başladılar, akletmeyi bıraktılar, işte o zamanlardan bu yana ellerindeki mirası bitirene kadar yaşadılar ve öldüler.
İlk üç asırdan sonra herkes hep doğru söylediğine ve yaptığına inanmaya başladı ve yanlışlar doğru olarak söylenip kitaplara geçti. Herkesin doğruluk ölçüsü şeyhi veya hocası oldu. Hiç kimse doğruluk ölçüsü aramaya yönelmedi çünkü sorgulamayı, şüphe etmeyi dinden çıkma saydılar. Halbuki hiç kimsenin sözüne, o kimsenin sözüdür diye inanılmamalıdır. İster şeyh, ister hoca, ister abi, ister üstad, ister önder, ister başkan olsun tek başına o kimsenin sözüdür doğruluğuna hükmedilmez. Bunun bir ölçüsü olması gerektir ki, bu ölçüyü bulacak olan akıldır. Eğer aklı ölçü kabul edersek, nefsimiz veya eski bilgilerimiz onu yanıltabilecektir. Öyleyse akıl ölçümünü yapabilmek için metreye, yani Kur’an’a muhtaçtır.
Kur’an’a iman eden akıl, devreden çıkmamalı daha sonra da vahyi hayata geçirmek için sürekli çalışmalı iken; akıl taklit tembelliğine yakalandı ve Kur’an ile insan ve evren arasındaki bağ zayıfladı. Özellikle peygamberimiz örnek alınmak yerine taklit edilmeye başlandı. Onun yaptıklarının Kur’an kaynaklılığı unutuldu ve Kur’an kaynaklı olmayan sakal, sarık, hurma, misvak…gibi uygulamaları ön plana çıkarıldı. Bu taklitçi tutum zamanla kurumlaştı ve “hadis ekolü” olarak sabitlendi, sahabe ve tabiunun yorumları da dinin kaynağı içine katıldı. Ve maalesef bu ekol, toplumda ve yönetimde yaygınlaşan zulüm ve bozulma karşısında, Tevhid ve adaletin yeniden yerleşmesi için Kur’an merkezli düşünce ve çaba içerisinde olanlara akılcı, rey ehli, bid’at ehli gibi suçlamalarla saldırdı.
Ebu Hanife bu saldırıdan en çok pay alanlardandır. Rakiplerince “naslara pek itibar etmeyip, aklına göre hüküm vermekle, hadisleri reddetmekle” itham edilmiştir. Halbuki o, naslara önem vermek adına aklı iptal etmemiş bilakis nasları anlamanın yolunun akıldan geçtiğini göstermiştir. Ancak bu daima “keyfine göre (hevasına göre) hüküm vermekle karıştırılmıştır. “Keyif” ile “akıl” aynı şey değildir. Akıl ya ‘heva’dan ya da ‘vahiy’den etkilenir. Hevadan etkilenirse Allah’a isyan eder, vahiyden etkilenirse Allah’a teslim olur.
(-Kuran Arapça dışında bir dile, manasına sadık kalmak şartıyla tercüme edilebilir.
-Namazda Farsça okunabilir. EBU HANİFE
Maturidi, Te’vilat, Vr. 108a, Hanifi Özcan
Maturidide Dini çoğulculuk, 61-63 İslamın Yenilikçileri I-227 İhsan Eliaçık)
Ebu Hanife ve benzerlerini akılcılıkla suçlayanlar “akılcılıkla-akıllılık” arasındaki farkı bilememektedirler. Akılcılık her türlü vahyi, doğaüstü verileri tanımamanın genel adıdır. Akılcı olan Allah’ı kabul etmezken, akıllı olan onun varlığını ve birliğini kabul eder. Akılcı vahyi kabul etmezken akıllı için vahiy en büyük nimettir. Akılcı insan kendi aklını kutsarken, akıllı insan kendisinden fazla bilenlerin de olduğunu düşünen insandır.
-Edison ne kadar büyük bir mucit olduğunu söyleyenlere şu cevabı vermiş: “Ben iyi bir süngerim, fikirleri emer ve kullanırım. Fikirlerimin büyük bir kısmı, onları kullanmayı bilmeyen başkalarınındır.
-Rahmetli Ercümend Özkan’da bu konuda şöyle söylerdi: “Akılı insan başkalarının akıllarından yararlanabilen insandır. ”
Bu akletmeyi yadırgayıp aşağılayan taklitçi tavır yakın tarihe hatta günümüze kadar bazı istisnai akıllı kişileri saymazsak sürdü. Bu istisnaların çoğu da Kur’an’a çağırırken Kur’an’ın dışında da doğruların olduğunu ve onların da doğruluk ölçüsü olarak hesaba katılması gerektiğini söylediler, böylece tarih, gelenek, kültür sorgulanmadı ve Kur’an vurgusu aralarında cılız kaldı.
20. yüzyılın başlarında gelinen durumu anlatması açısından Muhammed Esed’in “Mekke’ye giden yol” kitabından bir örnek verelim: M. Esed Mısır ziyaretinde El_Ezher’e gidiyor ve orada hocaların öğrencilere büyük bir ciddiyet ve azimle ders verdiğini görüp memnuniyetini belirtince; gene orada hoca olan ve Esed’e oraları gezdiren Şeyh Maraği şöyle diyor: “Şu allameleri görüyor musunuz, bunlar sokaklarda yazılı kağıt türünden ne bulurlarsa yiyip yuttukları söylenen Hindistan’daki o kutsal ineklere benziyorlar. Evet yüzyıllarca önce yazılmış kitapları sayfa sayfa yiyip yutuyorlar ama özümseyemiyorlar onları. Kendileri asla düşünmezler, sadece okur ve tekrar ederler ve onları dinleyen öğrenciler de onlardan sadece okumayı ve tekrar etmeyi öğrenirler. Bu kuşaktan kuşağa böyle geçer.
Bu taklitçi yaklaşıma tepkisellikle ortaya çıkan aklı kullanma çabası giderek ölçüsüzce aklı mutlaklaştırma yanlışına dönüştü. Akıl vahyin kontrolüne gireceğine tamamen hevanın kontrolüne girdi. Diğer taraftan çözümü apaçık Kur’an ayetlerinde araması gerekenler aklı ve vahyi devre dışı bırakıp “keşf ve ilham” yoluyla hakikati kavrama peşine düştüler ki bu ortamı iyice karıştırdı. Sonuçta nakilciler (hadisçiler/ selefiye) aklın kullanımını eleştirirken, felsefecilerin. ve kelamcıların çoğu da nakli arka plana atıp aklı ilahlaştırdılar. Tasavvuf ise aklı da nakli de tanımayan bir ölçüsüzlük gösterdi.
Peki sıkça duyduğumuz şu sorunun cevabı nedir?
– Akıl ve vahiy çelişir mi, çelişirse hangisi tercih edilmeli?
Bu soruya kelamcılar “akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır” derken nakilciler naklin rivayet yönünden sahih görülmesi halinde aklın artık söz sahibi olamayacağını savunmuşlardır. Hatta bazılarına göre zayıf bile olsa nakil akla tercih edilmelidir. Örneğin: “Ölen bir kimsenin oruç borcu varsa, velisi onun yerine oruç tutar. ” (Buhari: 30/42, Müslim: 13/27) hadisi, hadisçilerce akla muhalefeti itiraf edilmesine rağmen savunulmuştur. Oysa İmam Ebu Hanife (Necm 39’a dayanarak) İmam Malik, İmam Şafii bu hadise muhalefet etmişlerdir. (el-Hadis, M. Nasuriddin el-Elbani, ibn Hacer el-Askalani)
Hikmet Zeyveli “Kur’an ve Sünnet Üzerine” kitabında bu soruya şöyle cevap veriyor: “Nakil veridir, bilgidir. Akıl ise kendisine sunulan verileri değerlendirerek sonuçlar elde eden bir kabiliyettir. O halde akıl, kendisiyle aynı türden olmayan bir şeyle nasıl çelişebilir? Örneğin: Eşyanın gözle görülebilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır. Sağlıklı göz ve yeterli ışık. Göz olmaksızın ışık, ışık olmaksızın göz, eşyayı görmek için yeterli olmaz. Bir kimse ‘Eşyayı görmemizde göz ile ışık çelişirse hangisini tercih edelim? ’ diye bir soru ortaya atsa her halde çok abes buluruz. Hemen ‘Gözle ışık nasıl çelişebilir ki? Bunlar çelişemeyeceği gibi, biri olmadan diğeri bir işe yaramaz. Ancak göz bozuklukları veya ışık yetersizlikleri söz konusu edilebilir ki bunların da çelişkiyle ilgisi yoktur deriz. Yani sorun ya aklın (eski bilginin, hevanın vb. etkisiyle) iyi çalışmaması ya da vahyin tam olarak akla gönderilmemesindendir.
Öyleyse aklın iyi çalışmasının ve vahiyle buluşmasının önündeki engeller nelerdir?
–aklı küçümseme (biz kim Kuranı anlamak kim anlayışı )
–eski bilgi (vahiyden önce aklımızı doldurduğumuz batıl ve yanlış bilgi)
–aklı kullanmamayı özendiren faaliyetler (eğlence, uyuşturucu, alkol, tasavvuf…)
–aşırı duygusallık (sevgi, nefret, saygı, korku…. )
–aklın kiraya verilmesi (şeyh, lider, hoca, abi, mezhep imamı…)
–toplum psikolojisi (çoğunluğun yolunun doğru olduğu zannı, millete ne olursa bana da o olur mantığı-Kuranın buna cevabı En’am 116)
–akletmenin insana sorumluluk yüklemesi (akletmek zor, taklit etmek kolaydır)
–dinden çıkma tehdidi………
Allah’ın bizlere verdiği en büyük üç nimetten ikisi olan vahiy ve akıl hakkında konuştuk. Şimdi üçüncüsünü de belirtelim ki konu tamamlansın. Akıl olmadan insan olunmuyor, vahiy olmadan da doğru yol bulunup Müslüman olunamıyordu. Her ikisi de var fakat ‘zaman’ yoksa ne aklın, ne de vahyin anlamı kalır. Demek ki en büyük nimetlerin üçüncüsü zamandır. Hani şu pek önemsemediğimiz “Ne yapıyorsun” diye soranlara “zaman öldürüyorum” diye karşılık verdiğimiz zaman. Oysa tarihte zamanı öldüren insana rastlanmazken hep zaman insanı öldürmüştür. Hani bir okula gitsem, bir okulu bitirsem, bir işe girsem, bir evlensem, bir emekli olsam vb. beklentilerle bulunduğumuz anını bir türlü yaşayamadığımız ve hep bir şeyleri beklerken kaçırdığımız zaman (Siz gelecek hakkında hayaller kurup, geçmişteki hatalara üzülürken aslında sahibi olduğunuz tek şey; şimdiki zaman avuçlarınızdan kayar gider-Belloc). En fazla değer verenlerimizin bile ancak kapitalistçe yaklaşıp “vakit nakittir” diye ifade ettiği zaman. Halbuki vakit vahyin denetiminde olan aklın Allah’ı razı etmek için ihtiyacı olan süredir. İmtihandır, hayattır….
Ve gerçekten bu zaman boşa geçirilemeyecek kadar kısadır:
-Sizi çağırdığı gün, hamd ederek ona icabet eder, dünyada pek az kaldığınızı sanırsınız. (İsra-52)
-Allah onlara: ’Dünyada kaç yıl kaldınız? ” der. Onlar da: “Bir gün veya daha az, sayanlara sor” derler. Allah der ki: “Gerçekten pek az kaldınız. Keşke bunu o zaman anlamış olsaydınız”. (Nur 12-149
Hayat çok kısa olmakla beraber ALLAH’ı razı edecek kadar da uzundur:
-Onlar cehennemde: “Rabbimiz! Bizi buradan çıkar da salih amel işleyelim” diye feryat ederler. Onlara: “Sizi orada öğüt alacak bir kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı! Üstelik size uyarıcı da geldi. Artık azabı tadın. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur” denir. (Fatır-37)
Genel olarak müslümanım diyenlerin yeryüzündeki bugünkü aczi kendilerine verilen bu üç nimeti gereğince değerlendirememeleri ve tarihi süreç içinde Kur’an’ın sayfalarını kutsarken anlamını yitirmeleri, taklit hastalığına tutulup aklı devre dışı bırakmaları ve zamanı boşa geçirmeleri nedeniyledir.
-……. Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır. (Yunus-100)
Bu nimetleri tepenler kendilerince avuntular bulmuşlar; ya çoğunluğa, ya atalara (geleneğe), ya zanna ve hevalarına ya da çağdaşları olan liderlere uymuşlardır.
-Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uymaktalar ve onlar sadece tahminde bulunuyorlar. (En’am-116)
-Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiği zaman, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler? Uyarılan kafirlerin durumu, çobanın bağırtısını duyduğu halde, onun söylediğini anlamayan hayvanların durumu gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıllarını kullanamazlar. (Bakara-170-171)
-İçlerinde Kitabı bilmeyen ümmiler vardır. Bildikleri bir takım kuruntulardır. Onlar sadece zanna uyuyorlar. (Bakara-78)
-Derler ki: “Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uyduk. Fakat onlar bizi doğru yoldan saptırdılar. (Ahzab-67)
Kurtuluş yolu, Kur’an ile insan aklı arasındaki engelleri kaldırıp zamanı iyi kullanmaktan geçmektedir. Müslüman olmak ve kalabilmek için akıllı olmak gereklidir. Allah’ın hükümlerine akıl olmadan teslim olmanın bir değeri yoktur. Akledebilmenin ilk şartı da anlaşılabilir bir çağrı sahibi olmaktır. Anlamadığı bir dil ile kendisine bir şey ulaşan insan bundan anlasa anlasa, “anlamadığını” anlar.
Aklı devre dışı bırakan kitlesel uyuşturucular olan futbol dini, dizi dini(TV), moda dini, aklınızı ve iradenizi teslim ederek girdiğiniz tasavvuf dini, kişiyi düşünmemeye sevk eden ve “bizim için düşünürler” noktasına getiren bilimum şuculuk buculukları terk etmeli dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunun farkına varmalı (Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir. Ahiret hayatı korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız. En’am-32) yaşarken sözün en güzeline uymalıyız (Onlar sözü dinlerler ve sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın hidayete eriştirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahipleridir Zümer-18)
Yoksa şefaat beklenen Rasülün şikayet edeceği din gününde (Rasul: “Rabbim! Kavmim bu Kuranın davetine kulak asmadı” der. Furkan-30) bizler de:
-“Keşke vahye kulak vermiş ve aklımızı kullanmış olsaydık da çılgın alevli ateşe atılmasaydık” Mülk-10 diyenlerden oluruz ki bundan ALLAH’a sığınırım.

SERDAR EFE-04/02/2007

Yazar : Lokman Örskaya


About the Author
Author

Dini Yazilar

Comments (3)
Leave a reply

Name (required)

Website