Birçok ayette de Allah, akledilmesi için ayetleri iyice açıkladığını belirtmektedir:
– İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye ayetlerini iyice açıklıyor. BAKARA-242
-Eğer aklederseniz ayetleri iyice açıkladık. A’li İMRAN-118
-Allah, düşünesiniz diye ayetlerini işte böyle açıklıyor. BAKARA-219
Kur’anın bir öğüt olduğunu söyleyen Allah, ancak akıl sahiplerinin öğüt alacağını vurgulamaktadır:
– ………Ancak akıl sahipleri öğüt alır. BAKARA-269
– Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilenle, ona karşı kör olan bir midir! Ancak akıl sahipleri öğüt alır. RAD-19
– İşte bu, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. SAD-29
Rabbimiz kıssalarla dabizi akletmeye sevketmektedir:
– Andolsun ki onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. YUSUF-111
– Onlara bu kıssayı anlat ki düşünsünler. A’RAF-176
Bazı ayetlerde Allah emirlerine karşı gelenleri uyarmakta ve onları akıllarını kullanmaya çağırmaktadır:
– Size de, Allahın yanı sıra kulluk ettiklerinize de yazıklar olsun! Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz! ENBİYA-67
– Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka velilere uymayın. Ne kadar az düşünüyorsunuz! A’RAF-3
Aklı olduğu halde kullanmayanlar bakın nasıl eleştiriliyor:
– İçlerinde sana kulak verenler var. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın, hele akıllarını da kullanmıyorlarsa. YUNUS-42
– Allah katında canlıların en kötüsü, aklını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir. ENFAL-22
– İnsanların ve cinlerin çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, ama onunla düşünmezler; gözleri vardır ama onunla görmezler; kulakları vardır ama onunla iştmezler. İşte onlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar! İşte onlar gafillerdir. A’RAF-179
İslamın ilk yıllarında Müslümanlar akıllı idiler. Çünkü akıllılar Müslüman oluyorlardı. Atalarının dinini sorguluyor, yanlışlığını anlıyor ve vahye yöneliyorlardı. Vahyin doğruluğu üzerinde düşünüp iman ediyorlardı. Hatta imandan sonra bile Rasulü sorguluyor; eğer söylediği vahiyse teslim oluyor değilse onlar da kendi görüşlerini söylüyorlardı. Ne zaman ki Allah’ın söylediklerinin yerine kullarının söylediklerini nihai doğrular olarak kabul etmeye başladılar, akletmeyi bıraktılar, işte o zamanlardan bu yana ellerindeki mirası bitirene kadar yaşadılar ve öldüler.
İlk üç asırdan sonra herkes hep doğru söylediğine ve yaptığına inanmaya başladı ve yanlışlar doğru olarak söylenip kitaplara geçti. Herkesin doğruluk ölçüsü şeyhi veya hocası oldu. Hiç kimse doğruluk ölçüsü aramaya yönelmedi çünkü sorgulamayı, şüphe etmeyi dinden çıkma saydılar. Halbuki hiç kimsenin sözüne, o kimsenin sözüdür diye inanılmamalıdır. İster şeyh, ister hoca, ister abi, ister üstad, ister önder, ister başkan olsun tek başına o kimsenin sözüdür doğruluğuna hükmedilmez. Bunun bir ölçüsü olması gerektir ki, bu ölçüyü bulacak olan akıldır. Eğer aklı ölçü kabul edersek, nefsimiz veya eski bilgilerimiz onu yanıltabilecektir. Öyleyse akıl ölçümünü yapabilmek için metreye, yani Kur’an’a muhtaçtır.
Kur’an’a iman eden akıl, devreden çıkmamalı daha sonra da vahyi hayata geçirmek için sürekli çalışmalı iken; akıl taklit tembelliğine yakalandı ve Kur’an ile insan ve evren arasındaki bağ zayıfladı. Özellikle peygamberimiz örnek alınmak yerine taklit edilmeye başlandı. Onun yaptıklarının Kur’an kaynaklılığı unutuldu ve Kur’an kaynaklı olmayan sakal, sarık, hurma, misvak…gibi uygulamaları ön plana çıkarıldı. Bu taklitçi tutum zamanla kurumlaştı ve “hadis ekolü” olarak sabitlendi, sahabe ve tabiunun yorumları da dinin kaynağı içine katıldı. Ve maalesef bu ekol, toplumda ve yönetimde yaygınlaşan zulüm ve bozulma karşısında, Tevhid ve adaletin yeniden yerleşmesi için Kur’an merkezli düşünce ve çaba içerisinde olanlara akılcı, rey ehli, bid’at ehli gibi suçlamalarla saldırdı.
Ebu Hanife bu saldırıdan en çok pay alanlardandır. Rakiplerince “naslara pek itibar etmeyip, aklına göre hüküm vermekle, hadisleri reddetmekle” itham edilmiştir. Halbuki o, naslara önem vermek adına aklı iptal etmemiş bilakis nasları anlamanın yolunun akıldan geçtiğini göstermiştir. Ancak bu daima “keyfine göre (hevasına göre) hüküm vermekle karıştırılmıştır. “Keyif” ile “akıl” aynı şey değildir. Akıl ya ‘heva’dan ya da ‘vahiy’den etkilenir. Hevadan etkilenirse Allah’a isyan eder, vahiyden etkilenirse Allah’a teslim olur.
(-Kuran Arapça dışında bir dile, manasına sadık kalmak şartıyla tercüme edilebilir.
-Namazda Farsça okunabilir. EBU HANİFE
Maturidi, Te’vilat, Vr. 108a, Hanifi Özcan
Maturidide Dini çoğulculuk, 61-63 İslamın Yenilikçileri I-227 İhsan Eliaçık)
Ebu Hanife ve benzerlerini akılcılıkla suçlayanlar “akılcılıkla-akıllılık” arasındaki farkı bilememektedirler. Akılcılık her türlü vahyi, doğaüstü verileri tanımamanın genel adıdır. Akılcı olan Allah’ı kabul etmezken, akıllı olan onun varlığını ve birliğini kabul eder. Akılcı vahyi kabul etmezken akıllı için vahiy en büyük nimettir. Akılcı insan kendi aklını kutsarken, akıllı insan kendisinden fazla bilenlerin de olduğunu düşünen insandır.
-Edison ne kadar büyük bir mucit olduğunu söyleyenlere şu cevabı vermiş: “Ben iyi bir süngerim, fikirleri emer ve kullanırım. Fikirlerimin büyük bir kısmı, onları kullanmayı bilmeyen başkalarınındır.
-Rahmetli Ercümend Özkan’da bu konuda şöyle söylerdi: “Akılı insan başkalarının akıllarından yararlanabilen insandır. ”
Bu akletmeyi yadırgayıp aşağılayan taklitçi tavır yakın tarihe hatta günümüze kadar bazı istisnai akıllı kişileri saymazsak sürdü. Bu istisnaların çoğu da Kur’an’a çağırırken Kur’an’ın dışında da doğruların olduğunu ve onların da doğruluk ölçüsü olarak hesaba katılması gerektiğini söylediler, böylece tarih, gelenek, kültür sorgulanmadı ve Kur’an vurgusu aralarında cılız kaldı.
20. yüzyılın başlarında gelinen durumu anlatması açısından Muhammed Esed’in “Mekke’ye giden yol” kitabından bir örnek verelim: M. Esed Mısır ziyaretinde El_Ezher’e gidiyor ve orada hocaların öğrencilere büyük bir ciddiyet ve azimle ders verdiğini görüp memnuniyetini belirtince; gene orada hoca olan ve Esed’e oraları gezdiren Şeyh Maraği şöyle diyor: “Şu allameleri görüyor musunuz, bunlar sokaklarda yazılı kağıt türünden ne bulurlarsa yiyip yuttukları söylenen Hindistan’daki o kutsal ineklere benziyorlar. Evet yüzyıllarca önce yazılmış kitapları sayfa sayfa yiyip yutuyorlar ama özümseyemiyorlar onları. Kendileri asla düşünmezler, sadece okur ve tekrar ederler ve onları dinleyen öğrenciler de onlardan sadece okumayı ve tekrar etmeyi öğrenirler. Bu kuşaktan kuşağa böyle geçer.
Bu taklitçi yaklaşıma tepkisellikle ortaya çıkan aklı kullanma çabası giderek ölçüsüzce aklı mutlaklaştırma yanlışına dönüştü. Akıl vahyin kontrolüne gireceğine tamamen hevanın kontrolüne girdi. Diğer taraftan çözümü apaçık Kur’an ayetlerinde araması gerekenler aklı ve vahyi devre dışı bırakıp “keşf ve ilham” yoluyla hakikati kavrama peşine düştüler ki bu ortamı iyice karıştırdı. Sonuçta nakilciler (hadisçiler/ selefiye) aklın kullanımını eleştirirken, felsefecilerin. ve kelamcıların çoğu da nakli arka plana atıp aklı ilahlaştırdılar. Tasavvuf ise aklı da nakli de tanımayan bir ölçüsüzlük gösterdi.
Peki sıkça duyduğumuz şu sorunun cevabı nedir?
– Akıl ve vahiy çelişir mi, çelişirse hangisi tercih edilmeli?
Bu soruya kelamcılar “akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır” derken nakilciler naklin rivayet yönünden sahih görülmesi halinde aklın artık söz sahibi olamayacağını savunmuşlardır. Hatta bazılarına göre zayıf bile olsa nakil akla tercih edilmelidir. Örneğin: “Ölen bir kimsenin oruç borcu varsa, velisi onun yerine oruç tutar. ” (Buhari: 30/42, Müslim: 13/27) hadisi, hadisçilerce akla muhalefeti itiraf edilmesine rağmen savunulmuştur. Oysa İmam Ebu Hanife (Necm 39’a dayanarak) İmam Malik, İmam Şafii bu hadise muhalefet etmişlerdir. (el-Hadis, M. Nasuriddin el-Elbani, ibn Hacer el-Askalani)
Hikmet Zeyveli “Kur’an ve Sünnet Üzerine” kitabında bu soruya şöyle cevap veriyor: “Nakil veridir, bilgidir. Akıl ise kendisine sunulan verileri değerlendirerek sonuçlar elde eden bir kabiliyettir. O halde akıl, kendisiyle aynı türden olmayan bir şeyle nasıl çelişebilir? Örneğin: Eşyanın gözle görülebilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır. Sağlıklı göz ve yeterli ışık. Göz olmaksızın ışık, ışık olmaksızın göz, eşyayı görmek için yeterli olmaz. Bir kimse ‘Eşyayı görmemizde göz ile ışık çelişirse hangisini tercih edelim? ’ diye bir soru ortaya atsa her halde çok abes buluruz. Hemen ‘Gözle ışık nasıl çelişebilir ki? Bunlar çelişemeyeceği gibi, biri olmadan diğeri bir işe yaramaz. Ancak göz bozuklukları veya ışık yetersizlikleri söz konusu edilebilir ki bunların da çelişkiyle ilgisi yoktur deriz. Yani sorun ya aklın (eski bilginin, hevanın vb. etkisiyle) iyi çalışmaması ya da vahyin tam olarak akla gönderilmemesindendir.
Öyleyse aklın iyi çalışmasının ve vahiyle buluşmasının önündeki engeller nelerdir?
–aklı küçümseme (biz kim Kuranı anlamak kim anlayışı )
–eski bilgi (vahiyden önce aklımızı doldurduğumuz batıl ve yanlış bilgi)
–aklı kullanmamayı özendiren faaliyetler (eğlence, uyuşturucu, alkol, tasavvuf…)
–aşırı duygusallık (sevgi, nefret, saygı, korku…. )
–aklın kiraya verilmesi (şeyh, lider, hoca, abi, mezhep imamı…)
–toplum psikolojisi (çoğunluğun yolunun doğru olduğu zannı, millete ne olursa bana da o olur mantığı-Kuranın buna cevabı En’am 116)
–akletmenin insana sorumluluk yüklemesi (akletmek zor, taklit etmek kolaydır)
–dinden çıkma tehdidi………
Allah’ın bizlere verdiği en büyük üç nimetten ikisi olan vahiy ve akıl hakkında konuştuk. Şimdi üçüncüsünü de belirtelim ki konu tamamlansın. Akıl olmadan insan olunmuyor, vahiy olmadan da doğru yol bulunup Müslüman olunamıyordu. Her ikisi de var fakat ‘zaman’ yoksa ne aklın, ne de vahyin anlamı kalır. Demek ki en büyük nimetlerin üçüncüsü zamandır. Hani şu pek önemsemediğimiz “Ne yapıyorsun” diye soranlara “zaman öldürüyorum” diye karşılık verdiğimiz zaman. Oysa tarihte zamanı öldüren insana rastlanmazken hep zaman insanı öldürmüştür. Hani bir okula gitsem, bir okulu bitirsem, bir işe girsem, bir evlensem, bir emekli olsam vb. beklentilerle bulunduğumuz anını bir türlü yaşayamadığımız ve hep bir şeyleri beklerken kaçırdığımız zaman (Siz gelecek hakkında hayaller kurup, geçmişteki hatalara üzülürken aslında sahibi olduğunuz tek şey; şimdiki zaman avuçlarınızdan kayar gider-Belloc). En fazla değer verenlerimizin bile ancak kapitalistçe yaklaşıp “vakit nakittir” diye ifade ettiği zaman. Halbuki vakit vahyin denetiminde olan aklın Allah’ı razı etmek için ihtiyacı olan süredir. İmtihandır, hayattır….
Ve gerçekten bu zaman boşa geçirilemeyecek kadar kısadır:
-Sizi çağırdığı gün, hamd ederek ona icabet eder, dünyada pek az kaldığınızı sanırsınız. (İsra-52)
-Allah onlara: ’Dünyada kaç yıl kaldınız? ” der. Onlar da: “Bir gün veya daha az, sayanlara sor” derler. Allah der ki: “Gerçekten pek az kaldınız. Keşke bunu o zaman anlamış olsaydınız”. (Nur 12-149
Hayat çok kısa olmakla beraber ALLAH’ı razı edecek kadar da uzundur:
-Onlar cehennemde: “Rabbimiz! Bizi buradan çıkar da salih amel işleyelim” diye feryat ederler. Onlara: “Sizi orada öğüt alacak bir kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı! Üstelik size uyarıcı da geldi. Artık azabı tadın. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur” denir. (Fatır-37)
Genel olarak müslümanım diyenlerin yeryüzündeki bugünkü aczi kendilerine verilen bu üç nimeti gereğince değerlendirememeleri ve tarihi süreç içinde Kur’an’ın sayfalarını kutsarken anlamını yitirmeleri, taklit hastalığına tutulup aklı devre dışı bırakmaları ve zamanı boşa geçirmeleri nedeniyledir.
-……. Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır. (Yunus-100)
Bu nimetleri tepenler kendilerince avuntular bulmuşlar; ya çoğunluğa, ya atalara (geleneğe), ya zanna ve hevalarına ya da çağdaşları olan liderlere uymuşlardır.
-Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uymaktalar ve onlar sadece tahminde bulunuyorlar. (En’am-116)
-Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiği zaman, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler? Uyarılan kafirlerin durumu, çobanın bağırtısını duyduğu halde, onun söylediğini anlamayan hayvanların durumu gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıllarını kullanamazlar. (Bakara-170-171)
-İçlerinde Kitabı bilmeyen ümmiler vardır. Bildikleri bir takım kuruntulardır. Onlar sadece zanna uyuyorlar. (Bakara-78)
-Derler ki: “Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uyduk. Fakat onlar bizi doğru yoldan saptırdılar. (Ahzab-67)
Kurtuluş yolu, Kur’an ile insan aklı arasındaki engelleri kaldırıp zamanı iyi kullanmaktan geçmektedir. Müslüman olmak ve kalabilmek için akıllı olmak gereklidir. Allah’ın hükümlerine akıl olmadan teslim olmanın bir değeri yoktur. Akledebilmenin ilk şartı da anlaşılabilir bir çağrı sahibi olmaktır. Anlamadığı bir dil ile kendisine bir şey ulaşan insan bundan anlasa anlasa, “anlamadığını” anlar.
Aklı devre dışı bırakan kitlesel uyuşturucular olan futbol dini, dizi dini(TV), moda dini, aklınızı ve iradenizi teslim ederek girdiğiniz tasavvuf dini, kişiyi düşünmemeye sevk eden ve “bizim için düşünürler” noktasına getiren bilimum şuculuk buculukları terk etmeli dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunun farkına varmalı (Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir. Ahiret hayatı korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız. En’am-32) yaşarken sözün en güzeline uymalıyız (Onlar sözü dinlerler ve sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın hidayete eriştirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahipleridir Zümer-18)
Yoksa şefaat beklenen Rasülün şikayet edeceği din gününde (Rasul: “Rabbim! Kavmim bu Kuranın davetine kulak asmadı” der. Furkan-30) bizler de:
-“Keşke vahye kulak vermiş ve aklımızı kullanmış olsaydık da çılgın alevli ateşe atılmasaydık” Mülk-10 diyenlerden oluruz ki bundan ALLAH’a sığınırım.
SERDAR EFE-04/02/2007
Yazar : Lokman Örskaya