Yunanlı filozof Sokrates’in (M. Ö. 470-399) dediği gibi esasen sorgulanmamış bir hayat yaşanılmaya değer değildir. Ona göre insanlar başka insanlarında bulunduğu ve toplum değerlerinin hâkim olduğu bir dünyaya sorgulamadan dâhil olmuşlardır. Bu yüzden insanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. Neyin doğru ya da yanlış, neyin iyi-kötü ya da neyin ahlaki veya ahlak dışı olduğunu içinde bulunduğu sosyal atmosfer belirler. İnsanlar çevrelerinin beklentilerine uygun yaşamaya çalışırlar. Pek çok kişi mesleğini dahi toplum tarafından yüceltilen ya da önemsenen alternatifler arasından seçer. Yine Sokrates’e göre insanlar sadece maddi şeylerin peşinde koşarlar. Zenginlik arar, haz ya da şan şeref elde etmeye çabalar, varlıklarının bir de ruhsal boyutu olduğunu unuturlar. Kişisel hedeflerinin gerçekten değerli olup olmadığını sorgulamadan herkes gibi bedeni arzularına sürüklenirler. Bu yüzden esasen hayatları kendi ellerinde ya da kontrollerinde değildir. Seçimleri dış etkenler tarafından belirlenir. Bu durumun kişiyi mutsuzluğa götürmesi kaçınılmazdır. Oysaki insanı insan yapan şey ruhuna ve manevi doğasına özen göstermesine dayalıdır. Aksi takdirde manevi doğasına aykırı davrandığı için mutsuz ve eksik olacaktır.
Sokrates’in yaklaşımlarından da görüldüğü gibi insanların büyük çoğunluğu her dönemde benzer hevesler peşinde koşmakta, bedeni arzu ve isteklerini manevi duyguların önüne koymaktadır. Peki, asıl hedefi bu dünya hayatındaki mutluluğu elde etmek olan insanların ne kadarı gerçek manada mutlu olabilmektedirler. Ya da mutluluğu sadece maddi şeylere bağlayan insanlar bu şeylere sahip olduklarında tam anlamıyla tatmin olup sahip olduklarını yeterli görebilmişler midir? Yoksa hep daha fazlasını isteyip hedeflerini bir çıta daha yükselterek sorgulamadan yaşamaya devam mı etmişlerdir.
Güzeldir aslında ölüm. Tıpkı yaşam gibi…
Peki, sahip olduğumuza inandığımız maddi şeylere gerçekten sahip miyiz? Bizim ya da benim dediğimiz şeyler gerçekten bizim mi? Evet belki söz konusu şeyler üzerinde edinimden kaynaklı bir tasarrufumuzun olduğu söylenebilir ama nereye kadar bu aidiyet. Eli boş geldiğimiz dünyadan eli dolu giden biri var mı? Benim dediğimiz şeyleri yanında götürebilen biri? Ya da ölüme karşılık verilecek bir bedel var mı? Esasen pek çok kişi bu durumun apaçık gerçekliğinin farkındadır. Ama her şeye rağmen gözler yumulur, kulaklar tıkanır. Deyim yerindeyse devekuşu misali başlar kuma gömülür. Bu gerçek ile yüzleşmek istemez insan. Çünkü tabiatının bir yönü aykırıdır zaten dünyevi hırslara kapılmaya. Ama köreltir o yönünü. Köreltir çünkü arzularıyla çeliştiği için rahatsız eder onu bu durum. Kaçmak ister gerçekten. Unutmak. Hatırlamamak.
Oysa unutması ya da hatırlamaması bu gerçeği değiştirmeyecektir. Zamanı geldiğinde vakit ayrılık vaktidir artık. Nefesler tutulur. Ve uğrunda nelerin feda edildiği dünya hayatına veda edilerek bu kez gözler gerçek karşısında ister istemez yumulur. Güzeldir aslında ölüm. Tıpkı yaşam gibi. Ona hazır olana. Bu gerçek ile yaşamış ve bu gerçeğe göre hazırlık yapana…
(www.allah.gen.tr. adresinden alıntıdır. )
Yazar : orhan