Tolstoy, Shakespeare’den sonra yabancı dillere en çok tercümesi yapılan yazar olmasına karşın bir türlü ciddiye alınmıyor. Öldüğünden bu yana geçen 100 senede yazdığı pek çok konuda haklı çıkmıştır, pasifist ve antimilitaristtir. Buna rağmen anarşistlerin babası olarak anılır. Oysa Tolstoy, kimsecikleri otorite kabul etmemezlik yapmaz, Allah’ı en büyük otorite olarak görür. Özellikle İtiraflarım’dan sonraki dönemde din ve ahlak üzerine yazdığı kitapları müthiştir. Okursak, Allah’a yakınlaşmaya, dünyayı düzeltmeye uğraşan keskin zekalı bir kul görürüz.
Benim şikayetim, Tolstoy’un hak ettiği değeri görememesidir. Madem Tolstoy en çok okunan, en çok çevirisi yapılan yazarlardan biri, o halde yazdıkları neden önemsenmiyor? Sırf okumak için mi okunuyor? Özellikle “İtiraflarım” kitabını, bir ateiste alıp okusa, dünyasında çığır açabilir. Hatta belki de imana gelir. Tolstoy o kitabında tamamen akla dayalı bilgi ile Allah’ı bulur. Tolstoy da önceden ateisttir, Allah’ı 51 yaşında bulur. Ölene kadar bir 30 senesi daha vardır ve kendisini hayırlı şeyler yazmaya, dine, Allah’a çağırmaya adar. İnşallah bundan sonra, bu çok okunan yazarın kitaplarının üstüne okunduktan sonra bir de düşünülür de gerçeklerin görülmesine kolaylık sağlanır.
İşte kitabından birkaç paragraf:
“Eğer çıplak, aç bir dilenci sokaklardan alınır da güzel bir kuruma ait bir binaya getirilir, orada kendisine yiyecek içecek verilir ve bir kolu aşağı yukarı hareket ettirmekle yükümlü kılınırsa, açıktır ki, niçin sokaklardan alınıp getirildiğini, kolu niçin hareket etmesi gerektiğini, ya da o kurumun tamamen mantıklı bir düzene sahip olup olmadığını sorgulamadan önce, dilenci ilk olarak o kolu hareket ettirmelidir. O kolu hareket ettirirse kolun bir pompayı çalıştırdığını, pompanın su çektiğinin ve o suyun bahçedeki tarhları suladığını görecektir. Aşağı işlerden daha yüksek işlere terfi ederek kurumun düzenini gitgide daha iyi anlayacak ve bu düzen içinde yer aldığı süre niçin orada olduğunu sorgulamayacak ve efendisine asla serzenişte bulunmayacaktır.”
“Demek oluyor ki, O’nun isteğini yerine getirenler, bizim sığır diye nitelendirdiğimiz o basit, cahil, emekçi halk efendisine şikayette bulunmuyor. Ama biz bilgeler efendinin yemeğini yiyip onun bizden istediklerini yapmıyoruz da onun yerine bir daire etrafına oturmuş şunu tartışıyoruz: “Bu kolu ne diye hareket ettirmek lazım? Bu aptalca bir şey değil mi?” bu şekilde bir karara varıyoruz. Efendinin aptal olduğuna, ya da var olmadığına ve kendimizin bilge olduğuna karar veriyoruz. Bunun şu sakıncası oluyor: Hiçbir işe yaramadığımızı ve bir şekilde yaşamlarımıza son vermemiz gerektiğini düşünüyoruz.”