İslamofobik Bir Holywood Klasiği: ‘Operasyon: Argo’

 

İngiliz Film ve Televizyon Sanat Akademisi (BAFTA) ödülleri sahiplerini buldu. Beklenildiği üzere “Operasyon: Argo” en iyi film ödülünü aldı. Geçtiğimiz ay da Golden Globes (Altın Küre) Film Ödülleri en iyi film dalında yine aynı filmi payelendirmişti. Film 1979 İran Devrimi’nden sonra, devrimcilerin ABD Büyükelçiliği’ne baskını sırasında kaçmayı başaran ve Kanada Büyükelçisi’nin evine sığınan 6 personeli kurtarma operasyonunu konu alıyor. 2002 yılından beri alıştığımız Hollywood tarzı devam ediyor. Film, Batı’nın yeni düşmanı İran’a askeri bir operasyon öncesi meşruiyet zemini hazırlaması bakımından önemli. Daha önce aynı şey Afganistan ve Irak savaşı öncesi yapılmıştı. Holywood’un ortasını Amerikan ordusu iyi değerlendirmiş ve petrol, doğalgaz, uyuşturucu ticareti gibi önemli kaynakları ele geçirerek golünü atmıştı. Filmi bu bakış açısıyla izlemek, daha sağlıklı analizler yapmak açısından önemli.

Filmin başlangıcında İngiltere ve ABD tarafından Musaddık’a karşı yapılan darbenin anlatılması ister istemez filmin tarafsız bir gözle yapıldığı algısını oluşturuyor. Ancak bu bir tarafsızlık göstergesi değil. Çünkü Marksist ve İslamcı devrimcilerin ABD Büyükelçiliğine baskın yapmasının asıl nedeni, ABD tarafından 1953 Musaddık darbesindeki senaryonun yeniden ortaya konulmasıydı. Eğer o dönemin analizi yapacak olursak bunun nedeni daha iyi anlaşılacak. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor; İran halkının Batı’ya karşı bitmek bilmeyen bir öfkesi var. Bunun uzun yıllar da bitebileceğini sanmıyorum. Bunun için haklı nedenleri de oldukça fazla. İran’da ne zaman demokrasi ve istikrar üzerine gelişmeler olsa bizim ülkemize benzer bir şekilde Batı’nın engellemeleri ve oyunları ile karşılaştı İran halkı. Bunun en belirgin örneği, Ortadoğu coğrafyasındaki ilk demokratik hareket olan İran Meşrutiyet Devrimi (1905) sonrasında Rus komutan Liakhoff’un İran meclisini bombalatması oldu. Her iki Dünya Savaşı’nın sonrasında Rus-İngiliz devletleri tarafından işgal edilmesi, İran’da ulus devlet inşasını oldukça zorlaştırdı. Bunlardan daha önemlisi İran halkında derin bir bunalıma yol açan olay, 1953’te CIA ve MI6’nın birlikte yürüttüğü ve daha sonra iki istihbarat örgütünün de kabullenmek zorunda kaldığı ‘Musaddık’ darbesiydi. Muhammed Musaddık uzun dönem Batı tarafından sömürülen İran petrollerinin millileştirmesini öngören yasa tasarısının Batı ve Şah’ın baskısına rağmen meclisten geçmesini sağladı. Petrollerin millileşmesi sadece İran’da değil uluslar arası bir alanda krize yol açtı. Muhammed Şah Rıza, 1953 yılında Başbakan Musaddık’ı görevinden aldı. Bunun üzerine özellikle Tahran’da Şah’a karşı çok ciddi protestolar başlatıldı. Baskılara dayanamayan Şah ABD’ye kaçtı. Ancak çok geçmeden ABD’nin desteği alınarak Musaddık’a karşı CIA ve MI6’nın birlikte düzenlediği darbe yapıldı.

Bu darbe İran’da hiç unutulmadı. Ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı bitmek bilmeyen bir nefrete yol açtı. 1979 İran Devrimi’nden kısa bir süre sonra Şah’ın ABD’ye gideceği haberleri ABD’nin yeniden bir darbe hazırlığında olduğu görüşünü uyandırdı. Ve Marksist-İslamcı gruplar sefarete baskın düzenledi. Oysa filmde ABD Elçiliği’ne baskının nedeni soyutlama yapılarak Şah’ın geri verilmesi isteği olarak gösteriliyor. Ancak devrimcilerin asıl tepkisi, ABD’nin yeni bir darbe hazırlığında olduğu görüşüydü. Ve sefaret baskınından sonra yakılamayan bazı belgelerde bu darbeyle ilgili ciddi emareler de mevcuttu.

Öncelikle filmle ilgili teknik hatalardan ziyade oluşturduğu İran algısı çok komik. Aslında uzun dönemdir klişeleşmiş şeyler yine veriliyor. Mesela filmin her karesinde İran halkı bağnaz, sakallı, cahil ve kaba olarak gösterilmiş. Aynı şekilde birçok sahnede eli silahlı Devrim Muhafızları gösterildiğinde radyodan gelen bir Kur’an sesi ya da ezan sesi mevcut. Rehinelerin kurtarılmasından sonra hostesin ‘İran hava sahasından çıktıktan sonra içki servisimiz başlayacaktır.’ diye yolculara müjde vermesi de ince mesajlardan. Garipsediğim diğer bir mesele de sefarete baskın yapan her erkeğin sakallı, her kadının da çarşaflı olmasıydı. Oysa ki hem İran Devrimi’nde hem de  baskını yapanlar arasında Marksistler ve
Liberaller gibi hiç de dindar olmayan siyasi gruplar da vardı. Bu şekilde bir İslami bir paradoks oluşturulmuş.

Filmin politikasını bir yana koyarsak, film teknik olarak iyi bir kurguya sahip. Ayrıca karakterlerin tipleri, saçları ve giyinişleri 1980’lerin Amerika modasına oldukça uygun. Ancak gözleri yoran yakın çekim bir hayli fazla. Filmde çok bariz teknik hatalar da var. Özellikle bu coğrafyada yaşayan insanların bu filmin İran’da çekilmediğini anlaması çok kolay. Örneğin Tahran sokaklarına ve evlerine dair hiçbir görüntü yer almıyor. Film sonrasında Tahran’la ilgili akılda kalan tek şey Devamend Dağı ve Tahran’ın kuşbaşı görüntüsü. Diğer bir teknik hata da filmde okunan ezanın Sünni mezhebi tarzında okunan ezan olması. Oysa Tahran’da hiçbir zaman Sünni tarzda okunan ezan duyamazsınız. Holywood’un aslında İslam’a ne kadar yabancı olduğunun bir kanıtı bu durum.

Amerika Birleşik Devletleri’nin hiçbir vatandaşını başka bir yerde, zor durumda, bırakmaması; bunun için Holywood’a olmayan bir filmin tanıtımını yaptırması da oluşturulmak istenen ‘Amerikan kahramanlığı’ algısını destekliyor. Daha çok Amerikalı izleyici kitlesini etkilemek için yapılmış bu filmin sonu her politik Amerikan filmi gibi -iyiler kazanıyor, kötüler kaybediyor- Ayrıca ABD Büyükelçiliğine yapılan baskının savunulacak hiçbir tarafı yok. İran güvenlik güçleri bu baskını engellemeyerek tarihe geçecek bir hata yapmıştı. Ne de olsa atalarımız ‘Elçiye zeval olmaz’ demişlerdi. Ancak bu kadar politize edilmiş bir filmde bütün İran halkının ve semboller üzerinden İslam’ın vurulması pek kabul edilecek bir şey değil.   Netice itibariyle oryantalist bir perspektifle yapılmış bir Hollywood filmi ödülleri toplamaya başladı. Zaten içinde bu kadar fazla İslamafobi barından bir filmin ödül almaması beklenemezdi. Ayrıca Tarantino’nun Django’su varken Altın Küre Ödülleri’nde en iyi film ödülünü Argo filminin alması Amerikan kahramanlığının da ödüllendirilmesiydi.

Burada bazı eksikliklerin kendi medeniyetimizin içinde aramamız gerektiğini belirtmek lazım. Eğer biz Batı Medeniyeti’nin sembolü Madonna’yken,  İslam Medeniyeti’nin sembolü olan Şirazi, Mevlana, Yunus Emre gibi kişileri dünyaya tanıtamıyorsak sorunu içimizde aramak zorundayız. Sürekli kapitalizmi eleştirip, öze dönüş nutukları atarken karnımızı Mc Donalds’larda doyurup yanında da Coca Cola içiyorsak İslamofobi’yle yoğrulan Holywood filmlerini bir süre daha hayran hayran izleriz farkında bile olmadan.

Günümüzde düşünme biçimlerinin şekillenmesinde medya başat bir role sahip. Bu düşünüş şekilleri üzerinden yeniden üretimi de medya sağlamakta. Batı, küreselleşmeyle birlikte bunu farklı konjonktürlere göre kendi lehine kullanırken Doğu toplumları bu konuda herhangi bir adım atamadı. Holywood’un Amerikan savaş ve silah sanayisine yaptığı katkı bunun en güzel ispatıdır ki filmleri izlerken işgalci Amerikan güçlerine sempati duymanızı bile sağlar.

Hülasa İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden Mamelbaf’ın ; ‘’Peygamber yaşasaydı tebliğini sinema ile yapardı.’’ sözü bizler için önemli.


About the Author
Author

hasanhiz

Leave a reply

Name (required)

Website