“Hem onlara: “Allah ne  göndermiş ise ona uyunuz” denildiği zaman, (Biz daha iyi, atalarımızı müdavim  bulduğumuz şeylere uyarız) derler; pek âla! ya ataları bir şeye akıl  erdirememiş, doğru yolu seçememiş ise, yine mi uyacaklar?” 
2/170
Dini taklit, dünyası taklit,  âdatı taklit, kıyafeti taklit, selâmı taklit, kelâmı taklit, hülâsa her şeyi  taklit olan bir milletin efradı da insan taklidi demektir ki, kabil değil,  hakiki bir hey’eti içtimaiye vücuda getiremez; binaenaleyn yaşayamaz. Onun için  önce mukallitlikten ve göreneklere tapmaktan kurtulmak lâzımdır.
***
“Yoksa, yer yüzünde  dolanmadılar mı ki, kendilerinden evvel gelenlerin akıbetleri nasıl olduğunu  göreler? işte yer yüzünde kuvvetçe, asan medeniyetçe kendilerine faik iken  günahları yüzünden Allah ötekileri helâk etti; hem onları Allahm azabından bir  kurtaran da olmadı.”
40/85
Hakikat,  insan kafa gezdirmemek şartiyle gezer; uğradığı yerlerde, ağzını değil,  gözünü açarsa pek büyük İbretler görür. Memleketimizin her köşesinde büyük  büyük saltanatla, koca koca milletler kaynamış; toprağımızın neresine eşsek  bakıyoruz ki, orada başlı başına yatıyor!
Vaktiyle  yerin yüzünü bizden çok hem kıyas kabul etmeyecek kadar kuvvetlerini,  saltanatlarını, medeniyetlerini, samanlarına, servetlerine kıyamete kadar  şahadet edebilecek eserler bırakan bu milletler acaba hangi zelzelenin, hangi  tufanın, hangi kıyametin teysiriyle geçmişler? Hangi inkılabı elimin kurbanı bi  günahı olarak bu alemden gitmeşler?
***
“Ey iman eden kimseler,  yapamayacağınız bir şeyi niçin söylüyorsunuz? Sizin böyle yapamayacağınız işi  söylemeniz İndellah ne kadar çirkin oluyor! Allah o kimseleri sever ki:  parçaları birbirine kaynamış yekpare binayı andırır saflar halinde, Allah  yolunda savaşırlar.” 
61/2-4
Acaba müslümanları birbirine  bağlayan bağ ne derecelerde muhkem olmalıdır ki; düşmanlarına karşı bünyanı  mersus (sağlam bina) denecek kadar metin saflar vücuda getirebilsinler.  Galiba kardeşlik, tesisi zor ama imkansız değil.
***
İnsanın önünde, arkasında  dolaşan akıbetler(takip edici) vardır ki Allah’ın erarîle onu sîyanette  bulunurlar: şu muhakkaktır ki, bir kavım kendisinde olan güzide seciyeleri  bozmadıkça Allah onun saadetini bozmaz; bir kerre de Cenab-i Hak bir kavmin  felâketini isterse, define çare olmıyacağı gibi, kendileri için ondan başka  sahip de yoktur.”
13/11
Uzaklara  gitmeğe hacet yok! îşte efradı üç yüz elli milyona (şimdi 1,5 milyar) varan  ümmeti islâmiye gözümüzün önünde duruyor. Küçük bir cemaat iken harikalar  gösteren, cihana hâkim  olan bu ümmet,  şu çokluğuyle beraber, şimdi cihanın  mahkûmu bulunuyor! Bu ne musibettir! Bu ne felâkettir- Acaba bu düşüşün  sebebi, bu inhitatın illeti ne olabilir? Cenab-ı Hakkın bize karşı birçok  vaatleri vardı. Acaba onlar hakkında imanımızı mı değiştireceğiz?  Neûzübillah. Acaba rahmeti ilâhiyeden ümidi kesecek de (Aldanmışız) mı  diyeceğiz? Maazallah.
Biz bu  felâketlerin, bu hüsranların sebeblerini hep kendimizde aramalı; hep kendi  nefsimizi muhasebe altına almalıyız. O zaman görürüz ki, biz, her ne çekersek  kendi amelimizin cezasıdır. Evet, sehameti, himmeti, saiyi, sıtkı, istikameti,  iffeti, ittihadı, teavünü, asabiyeti, gayreti, faaliyeti bırakmanın mukabili  zillet ve mahkûmiyettir
***
“Mü’minler birbirinin  kardeşinden başka, bir şey değildirler; onun için iki kardeşinizin arasını  bulunuz, Allah’tan da korkunuz ki rahmetine nail  olabilesiniz.”
49/10
Evet, hakikî müslümanlar  birbirine kardeş nazariyle bakarlar. Zaten aradaki bağ bu kuvvette olmazsa  müslümanh kuru bir unvandan ibaret demektir. Azıcık dikkat olunursa görülür ki,  İslâm dininin hemen bütün ahkâmı uhuvvet, vahdet  esasını tahkim eylemektedir. Namazlar,  haclar, zekâtlar, şehadetler, oruçlar, aynı kıbleye teveccühler, hep  müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalardır. Bu ibadetler kardeşleri  eşitlemek içindir.
“Din gününün sahibi  O.,”
(Fatiha suresi)
Din günü,  hesap günü, mükâfat günü, ceza günü; yani her insanın, yapmış olduğu her şeyin,  her iyiliğin ve her kötülüğün karşılığını göreceği günün mutlak âmiri ve sahibi  O’dur. O yüce Allah’tır. Âmirdir ve sahiptir. Çünkü hesap sorar ve hesap  vermez. Hesap vermezliği kahır ve ceberutunu değil merhamet ve ihsanını  belirtmek içindir.
Çünkü O,  suçluyu bağışlar, suçsuzu ağırlar. Rahmeti her hesaptan üstündür. Ve  mutlak amirliği adalet kaydından fazla rahmet ve ihsanına bağlıdır.
O’nun her  günü bir din günü, bir hesap günüdür, ceza ve mükâfat günüdür. Ve her gün, her  fert yaptıklarının karşılığını hemen görür. Sıhhatinde, servetinde, şöhretinde,  elhasıl yaptığı kötülük veya iyiliğin tesirine göre yaşayışının her sahasında  onun mukabili ile karşılaşır. Farkına varmazsa sebebi iç gözünün körlüğüdür.  îyilik eden her kimse, yaptığı iyiliğin karşılığını vicdaniyle izaniyle  hissedeceği gibi onun feyz ve bereketini yaşayışında da fark eder. Fert için bu  böyle olduğu gibi milletler için de böyledir. Onlar da yaptıkları iyiliklerin ve  kötülüklerin karşılığını hemen görürler ve ona göre ya bahtiyar yaşarlar, yahut  bedbaht olurlar. Bütün insanlık da böyledir. O da yaptıklarının karşılığını  görür ve ona göre ceza veya mükâfat ile karşılaşır.
Fakat  dünya hayatının her gününe ait bu hesaptan ayrı bir hesap günü daha vardır. Ve  orada hesaplar topyekûn görülür.
Mademki  her insan mes’uldür ve insan, mes’uliyeti idrâk etmekle, mes’uliyetin  icaplarına saygı göstermekle insandır, o halde bu mes’uliyetin hesabını vermesi  de mukadderdir.
Onun için  Cenab-ı Hak evvelâ bütün âlemlere şâmil olan rabba-niyetini, rahmet ve  muhabbetinin bolluğunu ve genişliğini anlattıktan sonra başıboş gezmediğimizi,  fakat mes’ul olduğumuzu ve hesaba çekileceğimizi anlatmış, mes’uliyet ve hesap  yükünü taşıdığımızı unutmayarak rahmetlerine, nimetlerine lâyık olmağa  çalışmamızı, huzuruna temiz bir defterle, sağlam ve şerefli bir hesapla  çıkmamızı istemiştir.
Rabbaniyetini (besleyip büyütücülüğünü), rahmâniyetini,  hesap gününe malikiyetini anlayarak böylece andığımız ve öğdüğümüs Allah’a  karşı daha sonra gönlümüzün en samimi ve en yüksek dileğini anlatarak diyoruz  ki :
“!  Biz yalnız sana ibadet ederiz ve senden yardım isteriz.”
 
KAYNAK: Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet  Akif Ersoy, Nakışlar