Kırkta Bir mi Sosyal Paylaşım mı?

 

“Okuma Yazma Biliyor musunuz?”

Dikkatli bakmazsan fark edemiyorsun ki dışarıda belli belirsiz bir yağmur yağıyor. Arada bir kar serpiştiriyor. Tek tük beyaz taneler düşünce ancak gözüne değiyor. Hava soğuk mu soğuk! Yolun kenarına yakın bir çukur var. İçi su dolu. İyi bir dikkatle bakarsan kenarlarından sızar şekilde taştığını anlayabiliyorsun. Demek ki göründüğü gibi değil. İnce ince yağmış yağmur. Çoğalmış. Ama o çukur… Ne kadar yağarsa yağsın, isterse bardaktan boşalırcasına, içine alabileceğinden fazlasını içinde, üzerinde biriktirmesi mümkün değil. Üstelik aşındırıyor!

Basit bir çukur. Anlatacak dili yok. Anlatmak istese de bizim dilimizi bilmeye niyeti yok. Sadece taşıyor. Alfabetik bir lisanı yok. Ama anlatıyor. Hatta yazıyor şiir gibi. Harfler su damlaları olmuş, sızıntılar kelime. Her yeni düşen damla içindeki suyu şöyle bir dalgalandırıyor. Buna karşı başka bir damla sızıntı olmuş kenarından kelimeler gibi akıyor, gidiyor. Cümle olmuş yoldaki diğer küçük girinti ve çıkıntılarla beraber. Paragraf paragraf yazıyor caddelerde. Makale makale olmuş binalardaki ıslak kiremitlerle tezler yazıyorlar.

Kurumuş ama ıslak, yaprağı kalmamış ama ayakta ağaçların su damlayan dalları da istemiyor bulutlardan dökülenin fazlasını. Ben yeterince ıslağım zaten, bu bana çok diyorlar. Çukur, çukurlar, sokak, caddeler, ağaçlar, dallar, kiremitler, binalar ve yolda yürüyen adamın sırtındaki ceket… Hepsi kitap kitap olmuş okuyacak bir okur bekliyorlar. Ne boş bir beklenti! Kimse okumuyor! Okuyamıyor!

Okuma yazma öğrenmemiş çocuklar, gençler, adamlar, kadınlar… Hatta üniversite mezunları, doktora tezi vermekte olanlar, yeni bir tuhafiyeci dükkanı açanlar, galeriden yeni getirdiği 2013 model arabasının heyecanla direksiyonuna geçenler, KPSS imtihanına girmek için hazırlananlar ve mortgage kredisini alıp onsekizinci kattaki 4+1 dairesine taşınanların pek çoğu okuma yazma bilmiyor. Televizyonda borsa endeksi ya da altın fiyatları hakkında öngörüde bulunup tartışan iki adam ve bir kadın ümmi, bilmiyorlar hala okumayı. Marketten aldığı yarım kilo ezine peyniri ve indirimde olan 18 kg toz deterjanı poşetleyip evine doğru yürümekte olan kadın ve yarınki hava tahmin raporunu akıllı cep telefonundan inceleyen adam da bilmiyorlar okumayı. Öğle namazını camide kıldıktan sonra şadırvanda sohbet eden yakaları kalkık ve birinin cebinden taşmış kaplangözü tesbihi olan iki beyaz sakallı yaşlı amcanın da haberi yok o kelimelerin nasıl yazıldığından ve hangi heceleme ile okunacağından. İmamsa dışarı bile bakmıyor ki okusun! İşin kötüsü ben de hemen hemen aynı durumdayım. Tüm bunları fark etmememe rağmen ben de kelimeleri birbirine katamıyorum. Çünkü okulda öğrenilecek bir alfabeye ait harfler ya da kendi çabamla bulacağım, kendi gözümle okuyabileceğim kelimeler değil bunlar. Sadece benzetip de anlamaya çalışıyorum.

Sadece anlamaya çalışıyorum ve diyorum ki üzerine belki de zaman sürecinde yüzbin tonluk bulut yağacak olan o basit ve akılsız çukur içine alabileceğinden çok suyu istemiyor, isteyemiyor ve başka topraklara aksın gitsin diye ardından bile bakmıyorsa, ıslak ağaç dalları üç beş tomurcuğa yetecek hidrojen ve oksijen bileşiminden fazlasını toprağa bırakıyorsa, iki martının içeceği suyu arkında tutan kiremit ötesini saçaklardan akıtıyorsa, adamın sırtındaki ceket daha fazla suyu çekip içindeki adamı üşütmek niyetinde değilse ve her bir nesne zerre fazlasını istemiyorsa bizim gibi akıllı insanlar neyi yığmaya çalışıyoruz?… Niye yığmaya çalışıyoruz?… Kimin mülküne ortak olma peşindeyiz?… İhtiyacımız olan yağmurdan fazlasını niye elimizde tutuyoruz?… Aşındırıyor bizi üstelik, niye hala peşindeyiz?… Karnımız doyduğu halde neden arsızca soğan sarımsak isteyip iyiyi daha aşağılık olanla değiştirme peşindeyiz?

Niye bırakmıyoruz ki kırkta bir falan demeden üzerimize yağan yağmurun fazlası akıp gitsin de, üstü örtülü fakir çukurları doldursun!… Sadece biz mi böyleyiz?… Ya devlet çukurunun (kamu malının, hazinesinin) başına geçirdiklerimiz!… Niye kamu çukurunun başına geçenler biriken suyu kendi deposuna, eşine, dostuna, yandaşına, paydaşına, dalkavuğuna, ağaoğluna, paşaoğluna ve ortaklarına peşkeş çekmek yerine yönettiklerine akıtmaktan vaz geçip, hatta yağmur azaldıkça bizden daha çok istiyorlar!… Samiri’nin buzağısı gibi niye hak etmeyenleri baş tacı yapıyoruz da denizi yarıp özgürlüğümüze kavuştuktan sonra tekrar Firavun’un Mısır’ına gerisin geriye dönmeye heves ediyoruz? Aklımız olduğu için mi? Vay bizim aklımıza!… Biz Muaviye’den dilenme peşindeyken birileri Ali’mizi, Hüseyin’imizi öldürüyorlar ve o yolla birbirimize savaş ilan ettirerek bizi bölüyorlar! Görmüyor muyuz?

Niye yüzde ellimiz buzağıya, diğer yarımız dünyaya ve geleneğe tapıyoruz? Binde bir bile çıkmayacak mı içimizden şekle değil doğruya, adalete, bölüşmeye, eşitliğe, kimseyi dışlamamaya, gerçeğe inanan ve Hakk’a tapan? Hani onlarındı istiklal! Hani sosyal adalet? Okuyamıyor muyuz? Okuma yazmamız yok mu bizim!… Acaba biz!… Kitap yüklü eşekler miyiz!…

 

kalemzade.net


About the Author
Author

Kalemzade Kamil

Comments (1)
Leave a reply

Name (required)

Website