Kuran’da Çelişki Yoktur – Bölüm 1

Bu yazıda Kuran’daki çelişki ve mantıksızlık iddialarına cevaplar vereceğim. Bu yazıdaki asıl kritik nokta verdiğim cevapların mantıklı olup olmadığıdır. Eğer verdiğim cevaplar mantıklı ise bu çelişki ve mantıksızlık iddialarının bir anlamı yoktur. Gerçekten objektif olarak cevapları inceleyen biri gerçekte Kuran’da çelişki ve mantıksızlık olmadığını anlamakta güçlük çekmeyecektir. Çelişki iddialarını dikkatli incelemek ve ortadaki durumun gerçekten çelişki olup olmayacağını da dikkatli tahlil etmek gerekir. Çelişki kavramının ne olduğunun iyi anlaşılması büyük önem taşır. Kuran, bir ayetin diğer ayetlerle açıklandığı bir kitaptır. Bu sebeple Kuran’ı anlamada metodolojimiz de bu olmalıdır. Allah, Hud Suresi’nin ilk iki ayetinde Kuran’ı kendisinin açıkladığını söylemektedir. Kuran’ın kendi iddiası budur. Bu sebeple Kuran’ı bu yöntem ile incelemek daha sağlıklı ve tutarlı bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca Kuran, kusursuz Arapça bir kitap olduğu iddiasındadır. Bu sebeple Kuran’ın Arapça gramer kurallarına göre incelenmesi de objektiflik adına önem taşımaktadır.  Kuran eleştirisi yapanların da bu kurallara “objektif bir yöntem” elde etmek adına dikkat etmeleri gerekmektedir.

Bu objektif kuralları dikkate alarak Kuran’ı inceleyen kişi, her çelişki ve mantıksızlık iddiasına verilmiş mantıklı ve tatmin edici bir cevap olduğu sonucuna, kanaatimce ulaşacaktır. Verdiğim cevaplara eleştirilerinizi yorum olarak ifade etmenizi de isterim. Sonuç olarak gerçeğe ulaşmanın bir yolu da tartışmaktır. Bu yazıda yazının aşırı uzun olmaması adına iddialara cevaplarımın ilk bölümünü yayınlıyorum. Cevapları okuyucu sıkmayacak uzunlukta vermeye çalıştım. Umarım herkes kafasındaki birtakım sorulara cevap bulur.

İddia 1: Hesap gününde Allah’tan başkası şefaat edebilir mi?

 

Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun. (Bakara Suresi 48. Ayet)

 

Rahman’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır. (Meryem Suresi 87. Ayet)

 

 

 

Bir ayette şefaatin olmadığı söylenirken diğer ayette Rahman’ın katında söz almış olanların şefaat edebileceği söyleniyor, bu bir çelişki değil midir?

Cevap 1: Allah izin vermedikçe kim şefaat edebilir?” ifadesiyle anlatılmak istenen “Allah’ın izin verdiklerinin şefaat edeceği” değildir. Bu geleneksel İslam anlayışının bir çelişkisi olabilir ama Kuran’ın çelişkisi değildir. Bu konu aslında birçok Arap dilbilimcinin işlediği bir konudur.  Meryem Suresi’nin 87. ayetindeki ifade şu demek değildir: “Allah bazılarına izin verecek, onlar da şefaat edecek.” Arapçada Allah’ın iznine bağlanan “illa” edatı, dilde istisna değil imkânsızlık ifade eder. Yani bu ve benzer ayetlerdeki “illa” edatı Allah dışında kimsenin şefaat yetkisine sahip olmadığını anlatmak için kullanılmıştır. Kuran’a göre şefaat sadece Allah’a aittir. Meryem Suresi’nin 87. ayetinin yanlış anlaşılması yüzünden çelişki iddiası ortaya çıkmıştır.

İddia 2: Kötülük Allah’tan mı gelir?

Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: “Bu Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa “Bu, senin tarafındandır” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır”. Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar? (Nisa Suresi 78. Ayet)

Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Seni insanlara peygamber gönderdik, şahit olarak Allah yeter. (Nisa Suresi 79. Ayet)

İlk ayette iyilik de kötülük de Allah’tandır, deniyor. İkinci ayette ise sadece iyilik Allah’tandır, deniyor. Bu çelişki değil midir?

Cevap 2: İlk ayette Allah’tan diye çevrilen ifade “indellah” yani Allah katıdır. İkinci ayette Allah’tan diye çevrilen kelime ise “minellahtır.” Yani bir ayette “indellah” bir ayette “minellah” sözcüğü kullanılmıştır. Bir ayette iyilik de kötülük de “indellahtan” denilmekte, diğerinde iyilik “minellahtan”, kötülük “minellahtan” değil, denilmektedir.  Bu sebeple bir çelişki yoktur. Mealde apaçık çelişki gibi görülen bu durumun aslında ufak bir ayrıntının gözden kaçırılmasıdır. “İndellah”, Allah katından, demektir. “Minellah” ise Allah’tan demektir.

İddia 3: Müslüman olmayanlar cennete gidebilir mi?

Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku ve üzüntü yoktur. (Bakara Suresi 62. Ayet)

Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Ali İmran Suresi 85. Ayet)


Cevap 3: İslam, özel bir isim değildir. Allah’a teslimiyet ve barış anlamına gelir. Müslüman da Allah’a teslim olan, demektir. Allah’a teslim olan ve Kuran’dan habersiz Yahudi ve Hıristiyanlar da İslam üzeredir. Yani Müslüman sayılırlar.

İddia 4: Kuran’da bir ayette Muhammed, bir ayette melekler, bir ayette başka biri konuşuyor. Allah’tan gelen kitapta bu tür ifadeler olur mu? Bu tür ifadelerin Allah’tan olmadığı açık değil midir?

Cevap 4: Bu iddia en sık karşılaştığım ve bana göre “en komik” iddiadır. Öncelikle şunu söylemek gerekir. Kuran’ın önemli bölümünde ifadeler Hz. Muhammed’in ya da müminlerin ağzından aktarılmıştır. Mekke müşrikleri, bu kadar açık bir (sözde) “gafı” fark edemediler mi? Tabii ki hayır. Çünkü ortada bir “gaf” yok. Arapçada çok sık kullanılan bir sanat olan “iltifat” sanatı kullanılıyor. İltifat sanatında, ifadenin “kaynağı” değişmese bile ifade farklı kişilere söyletilir. Bu kullanım Türkçe bazı romanlarda bile görülür. Olayı anlatan karakter sürekli değiştirilse de yazar aslında hep aynı kişidir. Yazar, anlatıma akıcılık ve renk katmak adına bu tür şeylere başvurabilir. Kuran da Arapça bir kitap olduğuna göre iltifat sanatının kullanılmasının hiçbir garip yanı yoktur, keza bu kadar büyük bir gaf olamayacağı, olsa çoktan fark edilmiş olması gerektiği realitesi de açıktır. Gayrimüslimler, umarım bu olabildiğince “komik” iddiadan bir an önce vazgeçerler.

Arapça’nın “iltifat” sanatında kullanılan bu ifadelerde özne, nesne bazen söz anlatımı sırasında değişir. Bu konu yeni değildir ve yüzyıllardır işlenmiş ve üzerine kitaplar yazılmış bir sanattır. Arap dünyasında da çokça bilinen bir sanattır. Türkiye’de Kuran içindeki iltifat sanatı örnekleri üzerine yapılan ilmi çalışmalar ve incelemelerden bazıları şunlardır:

(1) Durmuş, İsmail, ‚İltifat‛, DİA, İstanbul, 2000, cilt: XXII, s. 152-153;
(2) Mollaİbrahimoğlu, Süleyman ‚Kur’ân-ı Kerîm’de İltifat Sanatı‛, Diyanet İlmi Dergi, cilt 33, sayı: 1, 1997, ss. 15-35;
(3) Özdemir, Abdurrahman, ‚Kadîm Bir Söz Sanatı: İltifat ve Kur’ân’da İltifat Örnekleri‛, İslâmî İlimler Dergisi, yıl: 1, sayı: 2, 2006;
(4) Kadir Kınar, Belağatta İltifat, Bilimnâme (Düşünce Platformu), Kayseri, 2006, VII/2, s.75-106;
(5) Dağ, Mehmet‚ Kur’ân’da Üslûp Diyalektiği: İltifat (Zamanlar ve Şahıslar Arası Geçiş) Salkımsöğüt Yay., 1. Bas. Ankara, 2008.

5. çalışma bir doktora çalışmasıdır. Buradan çok daha detaylı analizler edinilebilir. Türkiye dışında da bir sürü eser bu konu üzerine yoğunlaşmıştır. İlk dönemlerdeki iltifat sanatı üzerine yazılan eserler şunlardır:

(1) İbn Kuteybe, Te’vîlü Müşkilu’l-Kur’ân, Şrh ve nşr. Ahmet Sakr, Dâru’t-Turâs (2. baskı) Kahire, 1393 s. 275-298;
(2) Ebü’l-Ferec Kudâme b. Ca‘fer, Nakdü’ş-Şi’r, thk. Abdülmü’min Hafacî, Dârül-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, trs., s. 150;
(3) Usâme b. Mürşid b. ‘Ali b. Munkız el-Bedî‘ fi’l-Bedî‘ , thk ve tkd. Abdullah Ali Mühennâ, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut, Lübnan, I. Baskı, 1407/1987, s. 287;
(4) Ebü’l-Abbâs el-Müberrid, el-Kâmil fi’l-Lüga ve’l-Edeb, II, 729;
(5) Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd, Me‘âni’l-Kur’ân, ‘Âlemül-Kütüb, 2. b., Bey-rut, 1980, c. I, s. 60- 195, 460;
(6) Ebû Ubeyde Ma‘mer b. El-Müsennâ, Mecâzu’l-Kur’ân, thk. Fuat Sezgin, 1380/1970, (2. baskı) c. I, s. 11, 28, 252, 273, II, 139;
(7) Sekkâkî, Miftâhu’l-‘Ulûm, nşr. Nuayme Zerzûr, (II. baskı) Beyrut 1407/1987, s. 199
Görüldüğü gibi gayrimüslimlerin “çelişki” diye ortaya attıkları durum, aslında Kuran’da kullanılan ve birçok bilimsel çalışmaya konu olmuş “iltifat” sanatıdır.

İddia 5: Allah’ın velisi var mı yok mu?

Ve de ki: “Övgü, Allah’adır. O çocuk edinmemiştir, yönetimde ortağı ve muhtaçlıktan ötürü de bir velisi de yoktur.” O’nu alabildiğine yücelt. (İsra Suresi 111. Ayet)

Uyan! Allah velilerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar! (Yunus Suresi 62. Ayet)


Cevap 5: Bu çelişki iddiası, aslında bu tür iddiaları üretenlerin sığ bakış açılarını ortaya koyuyor. İlk ayette Allah’ın dostu yoktur, denmiyor. Allah’ın “muhtaçlıktan ötürü” bir dostu yoktur, deniyor. Yani Allah’ın dostu olabilir ama bu “muhtaçlıktan” ötürü olamaz. Durum aslında o kadar açık ki, bu iddiayı ortaya atanlar ciddi olarak burada çelişki olduğuna inanıyorlar mı acaba?

İddia 6: İnananlar Hz. Muhammed’in kulu mu?

De ki: “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.” (Zümer Suresi 10. Ayet)

Muhammed, inananlara “kullarım” diye sesleniyor. Bazı meal tahrifatçıları bu hatayı kamufle edebilmek için mealin başın “Bizim adımıza de ki” ya da “tarafımdan söyle” gibi ilaveler yapmışlar. Hâlbuki Arapçasında bunlar yok. Bazıları da “kullarım” değil, “kullar” olarak çevirmiş.

Eğer Kur’an’ı Allah gönderseydi ayette Allah’ın “de ki” demeyip direk kendisinin söylemesi gerekirdi. Ya da “İnanan kullarıma de ki” şeklinde olmalıydı.


Cevap 6: “Kul” sadece “de ki” demek değildir. Onlara tarafımdan şunu da söyle, onlara şunu da ilet gibi anlamlarda da kullanılır. Yani çeviriler hatayı kapatmak için değil, gerçekten kelimenin bağlama uygun düşen anlamı o olduğu için bu şekilde yapılmıştır ki doğrudur.


Bu kullanım Türkçede bile görülür. Örneğin “Onlara de ki: Oraya gelirsem onları bitireceğim.” gibi kullanımları günlük hayatta da görürüz. Yani “de ki” dendikten sonra mesajın sahibi de konuşabilir, mesajı aktarması istenen kişi de konuşulabilir. Bu tamamen yazarın tercihidir. Bu sebeple ayette bir mantıksızlık olmadığı çok açıktır.

İddia 7: Allah gönderdiği kanunları, hükümleri değiştirir mi?

“Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücü yettiğini bilmez misin? (Bakara Suresi 106. Ayet)

Biz bir ayeti değiştirip yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun.” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler. (Nahl Suresi 101. Ayet)

Aşağıdaki ayette ise farklı söylenir;


Hayır! Sen Allah’ın kanununda değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik bulamazsın. “ (Fatr Suresi 43. Ayet)

Cevap 7: Sünnetullah kavramı ile “şeriat” farklı şeylerdir. Örneğin “domuz eti yememe” kaidesi bir şer’i kaidedir ki, açlıkta domuz bile yemek helaldir. Çünkü asıl kaide sağlıklı yaşamaktır, domuz ise bunda bir araçtır. Ölmek üzere olan kişi domuz yemeye izinli olur.

Yine birçok kaide eski zamanların toplum ve çevre yapısına uygun olduğu için farklı şeriatlarla bildirilmiştir. Ancak “sünnetullah” kavramı ise farklıdır, bu Evren’in değişmeyen kurallarıdır. Sünnetullaha yerçekimi kanunu gibi yasaları örnek verebiliriz, ancak buna kesinlikle sünnetullah diyemeye de biliriz. Çünkü bizim keşfettiğimiz yasalardan daha geniş kapsamlı kurallar Evren’de vaki olabilir.

Ayetlerde ifade edilen değişmeyen kurallar sünnetullah, zamana göre revize edilen dini yasalar ise şeriattır. Bu saçma iddiayı ortaya atan ve sünnetullah ile şeriatı birbirine karıştıran kişi Turan Dursun’dur, onu takip edenler de bu basit ayrımı yapmaktan aciz kalmışlardır.

İddia 8: Allah ve melekleri, Muhammed’e salât eder mi?

“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.” (Ahzab Suresi 56. Ayet) ayetinde Allah’ın peygambere salât ettiği ifadesi büyük çelişkidir.

Salât = Namaz, dua

Bu ayetteki salât’ın namaz anlamına gelmediğini, destek anlamı taşıdığını öne sürenler de vardır. Bu da apaçık olduğu söylenen ayetler üzerinde bırakın sıradan insanları, İslam âlimlerinin dahi anlaşamadığını gösterir.

Cevap 8: Öncelikle bir noktaya temas edelim. Birtakım ayetler üzerinde âlimler arasında anlaşmazlıkların bulunması ayetlerin anlamlarının kapalı olduğu anlamına gelmez. Çünkü ayetin apaçık anlamının anlaşılmamasının birçok farklı sebebi olabilir. Ayetin gerçek anlamı kişinin işine gelmiyor olabilir, kişinin Arapça bilgisi yetersiz olabilir, kişi ayeti çarpıtmak istiyor olabilir vs. Yani ayet üzerindeki anlaşmazlıklar, ayetin anlamının “kapalı” olduğu sonucunu çıkarmamızı sağlamaz.

Salât sözcüğü çok geniş anlamlıdır. Akimus ya da yukimus fiiliyle birlikte kullanıldığında “namaz kılmak” anlamı taşır. Tek başına kullanıldığında farklı anlamları olabilir. Bu ayette bağlama en uygun düşen anlamının “yardım etmek” olduğu açıktır. Nitekim aynı surenin 43. ayetinde Allah’ın müminlere de salât (yardım) ettiği geçer ki bu kanımızı destekleyen bir bilgidir.

 

O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size salat eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyendir. Allah, müminlere çok rahmet edendir. (Ahzab Suresi 43. Ayet)

 

Bu ayet salat sözcüğüne burada yardım anlamı verilmesi gerektiğini ispatlar niteliktedir. Ayette mantıksızlık yoktur.

İddia 9:


Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin saydığınıza göre bin yıl tutan bir günde O’nun katına çıkar. (Secde Suresi 5. Ayet)


Melekler ve Ruh, oraya, miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar. (Mearic Suresi 4. Ayet)

 

Cevap 9: İlk ayette işlerin çıkma süresinden, ikinci ayette meleklerin ve Ruh’un Allah katına çıkma süresinden bahsedilmektedir. Yani, ayetlerde yükselme süresinden bahsedilen olaylar farklı olduğu için süreler de farklı olabilir. Ayetlerde bir çelişki bulunmamaktadır. Gayrimüslimler, bu iddiaları ortaya atarken detaylı ve titiz bir tahkik yapmadıkları için bu tür komik durumlar ortaya çıkmaktadır.

İddia 10: Müslümanlar kıble olarak önce Kudüs’ü sonra Kâbe’yi seçmişlerdir. Kıble neden bir anda değiştirilmiştir?

Cevap 10: Kıble değişmesi ayetlerde izah edilir. Yahudiler kendi kıblelerini istiyorlardı, Araplar da Kâbe’yi kıble edindiler. Böyle bir kavga vaki iken, herkes Muhammed’in kendi kıblesini seçmesini istiyor ve bundan hoşlanıyordu. Sırf bu gururdan dolayı Müslümanları elemek için bu ayet inmiştir. Önce kıble Yahudilerinki yapıldı ve İslam’ı sırf milletinin örfüne uyması sebebiyle kabul eden Araplar dinden çıktı. Sonra kıble Kâbe yapıldı ve gerçek Müslüman olan Yahudiler ortaya çıktı.

Kıblesinden vazgeçmeyi göze alan Müslümanlar bu sınavla seçilmiştir. Yani Yahudi muhafazakârlar kıble Kâbe olduğu zaman dinden çıktı, ancak samimi Müslümanlar bundan sonra da devam etti. Böylece iki tarafın da çürük Müslümanları elenmiş oldu. Ayetin devamında da bildirilen budur. Bu bir milliyetçi-dindar ayrımı yapma testidir.


About the Author
Author

GodAlone1974

Comments (4)
Leave a reply

Name (required)

Website