İfrat ve Tefrit…

 

İfrat ve tefrit… Bu iki kavram etrafında şekillenen algılar/ hayatlar…  İfrat ve tefritin özünde yatan sebebi düşününce kendimce anladım ki “Onda olmasın bende olsun”,” Onun olmasın benim olsun.” Hatta hepsi benim olsun!”

Sahiplenme- biriktirme duygusu bizi hep oyalamış durmuş…

İnsan kendisini müstağni görünce azar.
(Alak-6-7)

Hepimizin malumu , İnsan kendini Tanrı/Tanrısal görünce hepten azar da azar….

“Tanrısal öz bende var sen de yok,  yok yok Tanrısal öz hepimizde var. Üstün ırk biziz , Hayır biz Tanrının sevgili kullarıyız-çocuklarıyız.  Tanrısal öz ( sevgi- aşk)  bizde… Bizim kabile sizin kabileyi döver…

Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki, biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. De ki: “O halde niçin size günahlarınız yüzünden azap ediyor?” Hayır, siz de O’nun yarattıklarından birer insansınız. Dilediğini-Dileyeni affeder O, dilediğine-dileyene azap eder. Hem göklerin hem yerin hem de bunlar arasındakilerin mülk ve yönetimi Allah’ındır. Dönüş de o’nadır.

Ehli kitabın yapmış olduğu hatalar sadece onlarımı bağlar?  Sonuçta hepimiz aynı Allah’ ın / Yaratıcının kullarıyız… Allaha,  oğul veya kız istinat edersek, Allah’ ı da cüzlere bölmüş olmaz mıyız?

 

Kullarından O’na bir pay çıkardılar/bir parça isnat ettiler. Hiç kuşkusuz, insan apaçık bir nankördür.
(ZUHRUF-15)

Yâda kendi kendimizi sevginin aşkın platonik duygularında eritirsek sevgi aşk kavramında eriyerek Haşa Allah’ la bütünleşip birleştiğimizi zannedersek Şeytanın Ademe vesvese vererek düşürdüğü tuzağa bizde düşmüş olmaz mıyız? Sonuçta hepimiz birer âdemiz!

“Sana bitip tükenmek bitmeyen saltanat/ meleklik/meliklik ve ölümsüzlük sırrını vereyim mi?

KAVRAM: Basit bir fikri veya gerçeği veya bir grup şeyi soyutlayarak ifade eden terim. Bir nesnenin veya düşüncenin zihinden soyut ve genel tasarımıdır.

Örnekler: Sarı, kırmızı, mavi… Bunların hepsini “renk “ olarak ifade ederiz. Renk kavramdır.
Bir sınıfta Öğrenciler Ali, Ayşe vs. Hepsini birden  “öğrenci” olarak ifade ederiz. Öğrenci kavramdır.

Sadece soyuttan soyuta baktığımızda yüzeysel kalıyoruz, Soyuttan somutlaştırdığımızda haddi aşıp, hayalci olabiliyoruz… Soyuttan bakarak ancak soyutladığımız da   bir gerçek. Tıpkı Rabbimizin bakmaz mısın, görmez misin, diye dikkatimizi çektiği ayetler… Aslında, hepimiz ölümlü olduğumuzu biliriz. Gece ile gündüzün varlığını ve önemini biliriz. Gece ve gündüz / geceyi  uyku-dinleneme/ gündüzü   meşguliyetlerle  geçiririz.  / (Yunus-67, Nebe/10-11) Sürece bağlı, zamansal algımız var. Ölümlü olduğumuz da diğer bir gerçek (Al-i İmran 185, Enbiya-35, Ankebut-57)  Her yaratılan fani/sonlu-ölümlü.(Rahman-26)

Zaman iki hareket arasında ki süredir.  Allah’ ın lütfu sayesinde  Anne karnında,  Ruhla şereflendiğimizde semi- basir- düşünce/tasavvur/tanımlama/(beyan etme ve tasavvurunu dile-yazıya dökme)  kabiliyetinde yaratıldık.( Alak 1—5, Rahman-4)

Allah, sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi.(Nahl-78)

Anne karnındaki duyu organlarının şekillenmesi değişik evreler de başlar. Bunlar dokunma, tat alma, koku alma, işitme ve görmedir. Bu beş duyu bireyin dış dünya ile olan ilişkilerini düzenler. Duyuların anne karnındaki gelişimini tam anlamı ile bilebilmek doğal olarak olanaksızdır. Ancak gözleme ve hücresel incelemeye dayalı çalışmalar ile bunların gelişimi hakkında fikir edinilebilir. Dokunma duyusunun 8. Hafta da oluştuğu varsayılır, burnun 11-15 haftalarda gelişimini tamamlar.  Bebeğin kulağı 8. haftada oluşmaya başlar. Duyma yeteneğinden sorumlu olan kemikler ve ses iletisini beyine taşıyan sinirler büyük ölçüde oluşumunu tamamlar ancak bu gelişim 24. haftada tamamlanır. 25. haftadan itibaren bebek annesinin sesini duyabilmektedir. 27. haftada ise annesinin sesi dışında dışarıdan gelen seslere ve hatta
babasının sesini bile duyup tepki verebilir. Öte yandan reaktif duyma adı verilen durum biraz daha farklıdır. Burada işitme kulaktaki kemikler yardımı ile değil ses dalgalarının cilt ve kemikte yarattığı titreşimler yardımı ile gerçekleşir. Anne karnındaki bebeklerin 16. gebelik haftasından yani işitme sisteminin tam olarak gelişimini tamamlamasının ardından 8 hafta öncesinden itibaren ultrasonda seslere yanıt vermesi bu şekilde açıklanabilir.

Doğumdan sonra bebeğin annesinin sesine olumlu tepki vermesi ve genelde annesinin sesini duyduğunda sakinleşmesi rahim içi yaşamda aşina olduğu ve en iyi bildiği sese verdiği tepkidir.

Anne karnındaki yaşam sırasında en son gelişen duyu sistemi görmedir. Bebeğin göz kapakları 26. haftaya kadar kapalıdır. 26. hafta civarında bebek gözlerini açmaya başlar ve göz kırpabilir.  Bebeğin gözleri 26. haftaya kadar kapalı olmakla birlikte anne adayının karnı üzerine uygulanan güçlü bir ışık kaynağına yanıt verir. Gerçekte rahim içi mutlak karanlık değildir. Tıpkı sesleri geçirdiği gibi ışığı da geçirmektedir. Bu nedenle bebek gündüz ile geceyi rahatlıkla ayırt edebilir. 33. haftadan itibaren bebeklerin göz bebekleri ışığa tepki vererek büyüyebilir ya da küçülebilir. (.kurumsalhaberler.com)  İşitme ve duyma,  bakarken görme, tasavvur-kurup-tanımlama dile dökme  ruhun bize kazandırdığı bir  üst yapı! Böylelikle hayvanlardan farklılaşıyoruz. Sesleri,  annemizin karnında işitiyor olmamız bizim vuruşlu,ritmik zaman algımızın  otomatik olarak annemizin  rahminde şekillenmeye-algılanmaya    başladığımızı ceninin de ilk kalp sesinin duyuluyor olması çok manidardır. Uzmanlar çocukların sayısal zekâsını geliştirmek adına çeşitli önerilerde bulunurlar. Bunlardan biri,  basketbol-tenis-badminton gibi topa vuruşlu oyunlar yada tuşlu çalmalarını  tavsiye ediyorlar her vuruş bir sayıyı temsil ediyor… Bu, sebeple Annemizin rahminde başlayan ritmik sürece tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum. Sağlıklı, her bir  bebeğin  ses dalgalarını işitiyor olmaları  her  bebeğin süreç/zaman/algısını anne rahmninde öğreniyor olması ve basit sayı sayma becerisiyle dünyaya gelmesi demektir. Araştırmaların neticesinde Beyinin fonksiyonları   Zihinsel gelişim daha anne karnındayken başlar ve doğuma kadar geçen sürede ve ilk 5 yıllık sürede, tüm hayatımız boyunca bizi etkiyecek anatomik ve zihisel yapımız, becerilerimiz, sosyal özelliklerimiz şekillenir. Özellikle gebeliğin oluşumunun 4. haftasında başlayan sinir sistemi gelişimi, 10. haftaya temel farklılaşmayı tamamlar ve bu süreden sonra bina bu yapıların üstüne inşa olur.(http://www.drbulentkilincoglu.com/)

Gece ile gündüze bağlı süreç sayabilen /uykuda ve uykusuz geçirdiğimiz zamanlarımız ve basitte olsa sayı sayma kabiliyetine doğuştan sahibiz.

Güneşi bir aydınlık, ayı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O’dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır.
(Yunus-5)

Geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık; gece ayetini sildik de Rabbinizden bir fazl aramanız, yılların sayısını ve hesabı öğrenmeniz için gündüzün ayetini aydınlatıcı kıldık. Biz, her şeyi yeterince açıkladık.
(İsra-12)

Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını ve gönlünü işletenler için çok ibretler vardır.
(Al-i İmran-190)

Deneylerle sabittir ki sürekli ışıksız,  karanlık bir odada duran kişinin zaman-süreç algısı olmaz, durur.  Kehf suresinde, “ Mağarada” uyuyan gençler gibi dışarıda güneş doğuyor batıyor… Fakat gençlerin   zaman algısı durmuş…
(Kehf/17-18-19-209)

Kadimin, Bazı Ehli kitap alimlerinin ve günümüz de kuantumun felsefik yorumcularının,  hatta mistik sufilerin zaman algısı faklıdır. Onların felsefesi zamansızlık ve  mekansızlık üzerine bina edilmiştir. Ta-i zaman, ta-i mekan yaptıklarını iddia ederler. Tıpkı,  mistik Osho’ nun da dediği gibi “Ölmeden önce ölünüz” Ölmeden önce ölmek nasıl bir duyguysa? Tatmadığımız,  bir şeyi nasıl bilebiliriz ki? Vahdet-i vücut bakış açısıyla ve enel hak felsefesiyle olaylara bakarsak sufinin vs. ölümsüz ve zamansız olarak İlahlığını ilan etmiş oluruz.  Allahın sürece bağlı zamansal bir varlık olduğunu iddia edenler Ayetel kürsiye inanmıyorlar demektir….

Allah… O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.
(Bakara-255)

Allah, Latiftir, Habirdir, Rakibtir,semidir,basirdir,….Bize şah damarımızdan daha yakındır.!

Ruhu,  Allahın bir parçası olduğunu iddia ettiğimizde hele Ruhun Allahla özdeş bir yapıda olduğunu varsaydığımız da  otomatik olarak kendimize “İlahlık” vasfı vermiş oluruz. Hevamızı İlah edinmiş oluruz. …Kadim, tüm tartışmalar “ Ruh –Işık “ üzerine bina edilmiştir.  Kadim gelenekle, “Yaratılış”  katmanlarını kendimiz tanımladığımızda  mutlak bir şekil de sahipleniyoruz. Kadim, metafizik ve günümüzdeki  Kuantum  felsefesi , Allahtan taşan ışık-nur – ruh , enerji – ışık gölge oyunuyla Ruhun bedenlendiği inancı ile şekillenmiştir. En alt seviyeye düşen Ruh/Nur,  tekrar özüne dönme dönme çabasındadır. Birle bütünleşip birde yok olma çabasındadır.

Yunanda,  ” Beden ve Ruh “düalizmini, Eflatun ” Phaidon adlı eserinde Sokrates ve arkadaşlarını dillendirerek nakleder.
Sokrates: Ölüm, ruhun tenden ayrılmasından başak bir şey değimli? Diye sordu ve devam etti: Ölüm adını verdiğimiz şey, bir yandan tenin ruhtan ayrılarak kendi kendine kalması, öbür yandan ruhun tenden ayrılarak kendi kendine var olmağa devam etmesi değimlidir? Ölüm bundan başka ne olabilir?
Sokrates: O, halde, dedi, ruh ne zaman hakikate varıyor? Çünkü bedenle beraber bir şeyi incelemeye giriştiği zaman bedenin kendisini aldattığını açıkça görüyoruz. Ruh gerçekler hakkında bir bilgi edindiği vakit bunu düşünmekle elde etmiyor mu? Ruh, kendisini ne işitme ne görme duyusu, ne acı ne haz, hiçbir şey bulandırmadığı zaman daha iyi düşünür; böylece kendi içine çekilerek teni uzaklaştırır ve onunla her türlü ilişkiyi elden geldiği kadar keserek gerçeği kavramaya çalışır.

O dönemde bir gurup insan Ruh hakkında söylenenlere inanmıyor ve Ruh tenden ayrılınca Ruhun artık hiçbir yerde var olamayacağından insan ölünce yok olacağından ve tenle birlikte tenden çıktığı zaman bir duman bir nefes gibi dağılıp gideceğinden böyle uçup gidince de bir hiç olacağından korkuyorlar….Sokrates’e göre İnsan öldükten sonra Ruhun yaşadığını , hareket ettiğini , düşündüğünü tamamıyla sağlamlaştırmak temellendirmek ister ve Yine Sokrates Karşıt çiftlerin birbirine dönüştüğüne inanır. Güzel-çirkin,haklı-haksız, hayat ve ölüm gibi biri gider diğeri gelir….”Hayat ve ölüm birbirinin karşıtı iseler birbirinden doğuyorlar; iki oldukları içinde aralarında çifte doğuş vardır”. Der. Ölen İnsanların Ruhu Hadeste midir değilmidir diye de sorar? Ruhların Öldükten sonra ahrete gittikleri oradan da gene dünyaya geldikleri böylece ölümden hayata döndükleri fikri eski bir geleneğe dayanır. Böylelikle yaşayanlar ölülerden doğuyorsa bundan Ruhlarımızın orada olduklarını çıkarmamız gerekecek çünkü orada olmasalardı yeniden dünyaya gelemezlerdi. “Yaşayanların ölülerden doğduğunu apaçık göstermek onların hala var olduklarına yeter bir delildir. Yoksa başka bir deliller aramak gerekecek .” Demektedir( ME.B. Batı Klasikleri-Çeviren Ord Prof Suut K. Yetkin. Prof Hamdi R Atademir. 1989)

Ayrıca,  Eflatun, “Ruhu maddeden büsbütün ayrı bir cevher olarak değerlendirir. Ruhu, ten kafesinde mahpus can kuşu olarak algılayan Eflatun, ruhun aslının üstün âlem olan İdeler âleminde olduğunu belirtir. Mağara benzetmesiyle ruhun üstün âlemden ayrıldıktan sonra bedende zincirlenişini ve bu zincirlerden kurtuluşunu anlatarak ruhun haline açıklık getirir. Eski Yunan mistisizminde ruh, Tanrı kaynaklıdır ve işlenilen bir suç sonucunda gelip geçici bir vücut kalıbı içinde bu dünyaya inmiştir. İnsan sonlu olan bu beden kalıbından ölüm sonucunda kurtulabilir. Ruhun hedefi, içine sıkışıp kaldığı bu beden kalıbından kurtulmaktır. Çünkü Ona göre beden, ruh için bir zindandan başka bir şey değildir.” Der.

Yunandan etkilenen, İslam âlimlerine göre Ruh veya Nur olsun fark etmez hatta Ruhla Nuru özdeş kabul eden âlimler, “Her şeyi Allah’tan zorunlu bir “sudûr” süreciyle başlatırlar”. Bazı İslam felsefecilerinin ilk sudur eden temel vurgusunun akıl, tasavvuf felsefecilerinin de temel vurgusunun da sezgi/aşk ve muhabbet olduğunu kabul ederek, sonunda fıtri ve zorunlu bir aşkla, akılla nurun veya ruhun “Allah’a dönmek-kavuşmayı istemek”,  “Geldiği kaynağa” geri dönmek çabası içerisinde olduğunu zannederek zorunlu bir eğitim süreci ile kendi kendilerine dereceler- mertebeler vererek bazı filozofların temel vurgusunun akıl, tasavvufun temel vurgusunun da sezgi/aşk ve muhabbet olduğunu kabul ederek Filozofların Ruh hakkında çok şey bildiklerini tüm sırları çözdüklerini düşünebilir miyiz? Ruhbanlar Ruhlarını öyle bir arındırıyor ki(!) Kendilerinden/ yaratılmış olan bedenlerinden de vaz geçerek üstelik Allah’ ın, Halık olduğunun üstünü örterek “Ene”lerini yeniyorlar(!)   Böylelikle, Allah’ la bütünleşip birleştiklerini savunabiliyorlar (Akılcılıkla veya sezgiselcilikle / soyut alemde-düşüncede) sonrada haşa Allahın dunundan kainatı yönetmeye kalkıyorlar. Kişilerin oluşturduğu- kendi kişisel adlarıyla anılan oluşumlar elde ettikleri ölümsüzlük sırrını/ ölümsüzlük makamını da kimseye kaptırmak istemiyorlar. Kendileri gibi düşünenleri cennete, düşünmeyenleri de arafa, cehenneme postalıyorlar….

Pisagor mantığında her şey sayılarda gizlidir. Sıfır sayı olmamasına rağmen ilk sırayı alır. sıfır yokluğu-hiçliği-kaosu ifade eder..

Bir, MONAD- Çokluktan ayrıdır. Özellikleri şunlardır. Ona “Akıl” denir, çünkü akıl sabit ve hâkimdir; Hermafrodit denir, çünkü hem erkek hem dişidir. Tek ve çifttir, çünkü çifte eklenince tek, teke eklenince çift yapar. Tanrı denir, çünkü her şeyin başı ve sonudur, fakat kendisinin ne başlangıcı ne sonu vardır, iyidir, çünkü tanrının doğasıdır. Maddenin kabıdır; çünkü maddi olan düadi (ikiyi) üretir.  Özün sayısıdır. Tüm sayıların başlangıcıdır. O birliktir; dengeyi ve uyumu temsil eder. Tek olanı mutlak olanı sembolize etmektedir. Ruhun özü tek tanrının sayısıdır. Diğer sayılar ondan türer. İlk tek haneli sayı olarak başlangıcı sembolize eder. O yaratıcıdır. Her şeyin başlangıcı ve her şeyin döneceği birdir. Bir e dönüş iyiliğe yaratıcı güce Tanrıya dönüştür. Kendinden önce başka sayı gelmemektedir. O bütün nesnelerin başlangıcıdır. . Pisagorcular, Monada, kaos, gizlilik, uçurum, tartarus, Abis ( sonsuz boşluk) lehte, atlas, axis, morfo( venüs’ ün ismi) jüpiterin tahtı, ve kulesi adlarını vermişlerdir. Çünkü o evrenin merkezin de ikamet eder. Ve gezegenlerin kendi etrafın da gezegenlerin dairesel hareketini yönetir. Monada ayrıca tohum sebep denir. Çünkü evrendeki bütün düşüncelerin kaynağı odur. Ona her şeyden önce geldiği için şu isimler verilmiştir. Güneşle ilişkisinden dolayı Apollon, insana ışığı getirdiği için Prometheus; atşete var olduğu için Pyralios, onsuz hiçbir sayı var olmayacağı için doğum, doğuran; birincil töz olduğu için töz; hakikatin sebebi, senfoninin iskeleti. Ezoterik öğretiler açısından, sonsuz olan sıfır tek bir noktada yoğunlaşarak biri doğurmuştur. Kabala da Keter sefirası olarak geçer. Birlik açısından, sonsuz olan sıfır tek bir noktada yoğunlaşarak biri doğurmuştur.   Aktif atak yaratıcıdır. Sembolü nokta işaretidir. Kabalada oluşmamış sonsuzluğun bir noktada (Keter) yoğunlaşması şeklinde ifade edilir. Sayılar büyüdükçe bir in saflığından ve sadeliğinden uzaklaşılmaktadır.

İki- MONAD-  bir in karşıtıdır. Değişkendir, Evrendeki dualiteyi sembolize eder. Dünya – öteki âlem, güneş – ay, dişil- eril, sıcak- soğuk, gündüz- gece, iyilik – kötülük, siyah-beyaz gibi iklikleri vurgulanır.

Proklus şöyle der” İki, Birlik ve çoğul arasın da bir köprüdür.”

Platon ise şöyle der” Bütün sayılar bir ve ikinin karşılıklı etkileşimlerinden ortaya çıkar”

Bir tek bir nokta iken, iki iki noktadan meydana gelen düz çizgidir.  Bir tezatlığa düştüğünde iki oluşur ve böylece tamamlanmış bir çift de oluşmuş olur. İki sayısının amacı bütünlüktür. İki sayısı DİŞİL taraftır. (Haşa-Rahim). Pasif besleyici ve koruyucudur.

Monadın baba oluşu gibi Düad anadır.

Monad bilgelik sembolü iken düad cehaleti sembolüdür. Çünkü onda ayrılık duygusu vardır ve bu cehaletin başlangıcıdır.  Ne var ki düad ayrıca bilgeliğin de anasıdır, çünkü cehalet-.bizatihi kendi doğasından- kaçınılmaz bir şekilde bilgelik doğurur.

Pisagorcular, Monada saygı duymuşlarken düadı hor görmüşlerdir, çünkü o kutupluluk sembolüdür. Düadın gücüyle göklere karşı derinler yaratılmıştır. Derinler gökleri yansıtır ve yanılsamanın sembolü haline gelir. Çünkü aşağısı yalnızca yukarısının yansımasıdır. Aşağıya, maya, yanılsama, deniz, büyük boşluk denir ve Persin Magi si bunu sembolize etmek için aynalar taşır. Düad tan tartışma ve rekabet çıkar; bu sayı formuna bürünen Kurtarıcı-Tanrının iki hırsızın arasında günahları için çarmıha gerilip düada bir monad getirerek dengeyi tesis etmesine kadar sürer.

Üç, TRİAD – Gerçekte ilk tek sayıdır( Monada her zaman sayı gözüyle bakılmaz) O birliğin ilk dengesidir. Dostluk, barış, adalet, basiret, merhamet, ölçü ve erdem . Aşağıdaki tanrılar Triadın ilkelerinden pay alırlar. Bu sayıya bilgelik denmektedir, çünkü insan şimdiyi örgütler , geleceği görür ve planlardan faydalanır. Tanrının alemlerini kendinden yaratmış olduğu gerçeğinin sembolüdür. Monad düad olunca meyveler vermeyi mümkün kılar. Çünkü düad Merunun rahmidir. Bu rahim de alem kuluçkaya yatmıştır ve onun için de embriyo vardır. Doğanın, tanrısal yaratıcı gücün sayısıdır. O verimli ve dengelidir. Sevgidir ve bilgidir. Üç sayısı eski toplumlar da Gök, yer, yer altı üçlmesi ile kutsaldır. Üçleme Mısır da İsis- Osiris- Horus, Yunan da Zeus-Poseidon- Hades, Hiristiyanlıkta Baba- oğul- kutsal ruh,  İslamda Allah- Muhammed- Ali,  şeklindedir. Üçgen ile sembolize edilir.  Çizgi üzerinde üçüncü nokta bire dönüşü sağlar. Biri pozetif ve diğeri negatif iki zıt güç bir araya geldiğinde Üçüncü birleşik bir güç oluşur.

Proklus der ki” Bir ebedi ve ezeli tanrı, iki sonsuzluk ve üç ise evrenin planı ve modelidir.

Zollar şöyle der” Bütün şeylerin başlangıcı, “Birliktir” Birden bütün şeyler sayıya göre ortaya çıkar. Birlik bütün çokluğu içerir. Birlik olmadan ikilik olmaz. Oysa ikilik, Birlik ve onun aynılığının inkarı ile doğar. Ancak ortaya çıkan gerilim süremez ve üçlük ortaya çıkar.  Bu da daireyi tamamlar,  zıtlıklar barışır ve birlik veya bütünlük yeniden tesis edilir.

Hint felsefesin de Tanrının üç yüzü vardır. Yaratıcı  BRAHMA, Koruyucu VİŞU ve yok edici ŞİVA Hepsi tek bir tanrının tezahürleridir. Brahma olarak evreni ve insanı yaratır. Vişnu olarak hükmeder ve zamanı gelince Şiva olarak evreni yok eder.

Lao tzu şöyle der” Bir ikiyi meydana getirir, iki üçü meydana getirir ve üç bütün şeyleri meydana getirir. (KAYNAK KİTAP: Tüm Çağların Gizli Öretileri- Manly P. Hall.Mitra yayıncılık)

Selçuk Üniversitesinden Sayın Galip Atasağunun İlahi dinlerde semboller adlı doktora tezinin 105 -106 sayfasında verilen bilgilere dayanarak Hıristiyan aleminin Baba-oğul- kutsal ruh hakkında neden ikiye bölündüklerini açıklar. Konsil kararlarından sonra Katolik ve Ortadoks kiliselerinin ayrıldıkları konunun Ruhun babadan mı, baba ve oğuldan mı çıktığına dair yaptıkları yorumlardan kaynaklanır. M.S. 3. Asırda İlahiyatçı Origene Ruhul Kudusun Baba ve oğlun aynı cevherden olduğunu ve onunda baba ile aynı seviyede İlah olduğunu hararetle savunmuştur. M S 381 de Toplanan 1. Konsilde Ruhul Kudusun Baba oğul ile aynı cevherden olduğu ve üçünün de uluhiyet bakımından eşit olduğu kabul edilmiştir. Ancak Ms. IX. Asrın ortalarında Ruhul kudusun çıktığı yer konusunda şiddetli tartışmalar başlamıştır. Neticede Ms. 869 yılında İstanbulda bir konsil toplanmış “Filioque” yani Ruhul kudusun hem babadan hem oğuldan çıktığı resmen kabul edilmiştir. Bu konsilde aforoz edilen Patrik Photius Ms 879 da yeni bir konsil topladı ve bu konsil de Ruhul kudusun sadece Babadan çıktığı kabul edilmiştir. Böylece 869 da toplanan konsile “ Latin Batı Konsisli” 879 da toplanan Konsile ise “ Yunan Şark Konsili “ denmiştir. Artık bundan böyle Latin Batı Kilisesini Roma Kilisesi temsil edecek tir. Yunan Kilisesini ise Şark Kilisesi temsil edecektir. Bunlardan birincisine “ Roma Katolik Kilisesi” ikincisine “Rum Ortadoks Kilisesi denmiştir. Doğu Batı Kilisesi Ruhul Kudusün çıktığı yer konusunda ihtilaf etmelerine rağmen teslisin üçüncü bir unsuru olduğu hususunda ihtilaf etmezler. Ruhul kudus hakkında okuduğum bu çalışma bana geçmiş ve şimdiki evren modellerimizi nasıl modelleyebildiğimiz hakkında fikir verdi.. Çünkü Ruhun Allahtan sudur eden ve Allahla özdeş bir yapıda olduğunu zannettiğimizde Katolik kilisenin savunduğu İnsanın(Tiran /alt katları olan  tiranlar) veya Ortodoks kilisenin savunduğu evrenin ilahlığını ilan etmiş oluyoruz(Her şey odur ve ondandır. Bu gözündeki şaşlıktandır. Âlemlerin hepsi hayal, Tekin seyri…) Anlaşıldığına göre Ortodoks kilisesinin savı Vahdeti vücutçudur. Üçlemedir.  Aslında her iki öğreti de Ruhla Babayı özdeşleştirdiği için Kurana ters bir öğretidir ve İslamdan ayrılmaktadır. Katolik kilisesinin ve Ortodoks kilisesinin bu farklı iki tavrı bizdeki tarikatlara da sirayet etmiş. Maalesef biz hep tabiatın devinimine bakarak farklı farklı inanç türleri oluşturmaya ve sürekli tabiatı taklit ederek “hayal ürünü hapsedilmiş Ahlaksal mertebeler vs. “ var ederek insan davranışlarını şekillendirmeye ve toplumlar oluşturmaya kalkışmışız! Skolastik felsefenin hâkim olduğu dönemde Bedeni devindiren-canlı tutan ruhtu. Hayvanlarda Canlılığı veren Ruh değildir! Günümüzde savunulan Kuantum felsefesinde de “Yaratılış” sadece beden- tinden veya madde-enerjiden veya dalga-parçacıktan veya bilinç-zihin den oluştuğu varsayılır. Hatta yaratılışı sadece zıt “dualizim” içinde düşünürsek düz bir mantıkla her şeyi aydınlığın karanlığın savaşı, iyi kötünün savaşına da indirgersek şayet zıt dualist yapının içinde Ruhu ve Nuru da eritirsek/eriterek Ruhla şereflenerek okuyabilen olarak yaratılan âdemin varlığını ve sınava tabi tutuluşunu tam olarak açıklayamayacağımızı düşünmekteyim. Hesap gününde, hayvanlarda dirilecek bizde hesabı hayvanlar değil biz vereceğiz!

Biz, “Kelimelerle”  illiyet bağı kurabiliyoruz. Kelimelerle düşünüyoruz. Kelimelerin içinde  Ruh var. Kur’anın bir sıfatının Ruh oluşu ve  Rabbin kelimelerinin yerini değiştirecek hiçbir kuvvetin  –kudretin olmayışı bize sunulmuş bir lütuftur.  Ruh Rabbin emrinde… Ruh hakkında bize çok az bilgi verilmiş. (İsra-85)  Atalarımızın yaptığı gibi ruhu Allah’ la özdeşleştirdiğimizde her şeyi bilebilme hastalığına kapılır, kendimizi de Tiran ilan etmiş oluruz.  Haşa Allahın bilmesiyle bizim bilmemiz hiç bir olur mu? Tüm dehalar-zekâlar bir araya gelse  biz her şeyi bilebildiğimizi iddia edebilir miyiz? Aslında, Rab bizi yaradılışı okuyabilecek ve medeniyet kurabilecek kabiliyette yarattığı halde biz sürekli tabiatı taklit ederek kendimizi makine hayvan/insan düzeyine indirdik. Makinelerin çalışma prensiplerinden yola çıkarak oluşturulan tabiat kanunları “ toplum”larında şekillenmesinde ön ayak oldu. Pozitivist düşüncede “Tabiatta” geçerli olan kanunların her yerde aynı işlediğinden yola çıkılarak gelişen bu düşünce sistemi “makinelerin çalışma prensiplerinin” taklidiyle atıldı! Makinenin bir parçası bozulduğunda parçayı değiştirirsiniz, makine takır takır çalışır. Bu düşünce çatısı, evreni-dünyayı- İnsanı/toplumları bir makineye benzetti. Bence Allahın tabiata – kâinata uyguladığı bir yasasını keşfettiğimizde o yasayı sahiplenip insanlara/toplumlara biz uygulamaya kalktığımızda hem kendimize hem yasaya “zulm” ediyoruz. Entropi yasasına göre: Evrenin bir bölümünde oluşan düzenin bedeli, mutlaka başka bir bölümünde daha büyük çapta bir düzensizlik olarak ödenir( Caner Taslaman/ Modern bilim felsefe ve Tanrı. S 14.) . Allahın okuyabildiğimiz bir yasasını biz topluma-toplumlara uyarlamaya kalktığımızda yani Düzen ve düzensizliği biz tanımlamaya katlığımızda “batının” düzeninin “doğuya” nasıl sirayet ettiğini düşünün Batı modern, doğu geri…Nebi-Elçilere uyanları küçümseyen kodamanlar….Kuranın bir sıfatının Ruh oluşu İnsana üfürülen Ruh rezonansa geçtiğinde. Hele Rab kendi yoluna uyanları da  melekle destekleyeceğini söyleyen ayeti düşününce… Rabbim haddi aşmadan Okuyabilmeyi ve hayata tatbik etmeyi her birimize tek tek nasip etsin. Allah’ın, doğru dürüst Okuyamadınız henüz daha kaç yasası vardır? Kur’anın rehberliğinde her birimiz, kendi kendimizi düzelttikçe toplumumuzun düzeleceği kanaatindeyim. Tepeden inme düzenler zorba ve dikta edici düzenlerdir….Kuranla inşa olan fertler zaten düzen oluştururlar!

Okuduğum, Tüm öğretiler bana İnsanoğlunun, sürekli ölümsüzlüğü istediğini , bu sebeple tanrısal olmayı, Hatta, her şeyin mutlak hâkimi olmayı istediğini ve bu  sebeple türlü türlü mitolojiler, efsaneler, felsefeler, ideolojiler, ürettiklerini kavrattı. Oysa hepimiz ölümlü varlıklarız bir gün tek tek Rabbin huzurunda hesap vereceğiz. Şimdiki zaman dilimimiz tersine işleyecek ve tüm yaratılanlar hesap vereceğiz. Her birimiz tek tek kitabımızla karşılaşacağız.” Bu kitaba ne olmuş büyük küçük demeden hepsini yazmış….” İnsanoğlu bin yıl yaşamak istese de mutlaka bir an ölümle burun buruna geleceğimiz…

Enam-94
Gerçekten siz bize ilk defa yaratığımız (halk) gibi tek tek geldiniz.

Kehf 48
yemin olsun ki sizi ilk defa yarttığımız ( halk) gibi bize geldiniz.

Araf 29
Sizi ilk yarttığı (b-d-e) gibi ona döneceksiniz a-v-d

İsra 51
Bizi tekrar kim diriltecek diyecekler Sizi ilk defa yaratan (fatara)

Vakia 62
Yemin olsun ilk yaratılışınızı  (inşa) bildiniz.

Bizim, göğü kitabın sahifelerini katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu üzerimizde bir vaiddir. Elbette, biz yapıcılarız.
(Enbiya-104)

Şüphesiz Allah, insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar hidayete ermiş (kimseler) değildi.
(Yunus-44-45)

Hanginizin daha güzel iş yapacağını belirlemek için sizi imtihana çekmek üzereölümü ve hayatı yaratan O’dur. Azîz’dir O, Gafûr’dur.
(Mülk-2)

De ki: ‘Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi.

De ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.’
( Kehf -109-110)

De ki: ‘Gördünüz mü haber verin; eğer o (Kur’an) Allah katından ise, sonra siz onu inkâr etmişseniz (bu durumda) uzak bir ayrılık içinde olandan daha sapık kimdir?’ Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.
(Fussilet-52-53-54)

Gerçek şu ki, dirilten ve öldüren Biziz, Biz. Ve dönüş de Bizedir. O gün yer, onlardan çatlayıp-ayrılır da (onlar,) hızla koşarlar. İşte bu, Bize göre oldukça-kolay olan bir haşir (sizi bir arada toplama)dır.
(Kaf-43-44)

Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. ‘O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır’ dediler. Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. ‘Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.’
(Bakara-285-286)

Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz.
(Ankebut-57)

Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir.
(Alak-8)

Sizin tümünüzün dönüşü O’nadır. Allah’ın va’di bir gerçektir. İman edip salih amellerde bulunanlara, adaletle karşılık vermek için yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O’dur. İnkâr edenler ise, küfürleri dolayısıyla, onlar için kaynar sudan bir içki ve acı bir azab vardır.
(Yunus-4)

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: ‘Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.’ Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten yalancıdırlar. Onlar dediler ki: ‘Bu dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek değiliz. Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:) ‘Bu, gerçek değil mi?’ dedi. Onlar: ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ dediler. (Allah:) ‘Öyleyse inkâr ettikleriniz nedeniyle azabı tadın’ dedi. Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür.
(En’am-27-28-29-30-31)

Dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah’tan bir ahit mi aldınız! Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah’a isnat ederek, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
(Bakara-80)

Sen onları, insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Şirke batanlardan bile… Her biri bin yıl ömür sürsün ister. Oysaki, uzun yaşaması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah, yapmakta olduklarını çok iyi görmektedir.
(Bakara-96)


About the Author
Author

MuruvvetCaliskan

Comments (1)
Leave a reply

Reply to Meric_1986 Cancel reply

Name (required)

Website