Mağara Ehli ve Köpek

“Kehf Suresinin Düşündürdükleri”

Sıkıldım artık dedi. Anlamıyorum. Bırak der gibiydi bir fısıltı. Durdu, düşünmeyi düşündü, mutluluğu, gülmeyi… düşünüp de bulmayı… anlamaya heves etti… ve sonra bir kez daha okumaya başladı Kehf suresini. Anlamıyordu hala. Anlayamıyordu işte. Allah’ım katından bana bir rahmet ver dedi. Okumaya devam etti. Tekrar ve tekrar. Daha da ağır, daha bir tek tek… Derken kitabı göğsüne düştü, uyuduuuu gitti! “Sabah olup uyanınca her şey yine aynı kalsa” diye bir melodi yansımış, vurulmuş kulaklarına!…

Beş bin beş yüz sene önce yaşayan köpek ile bugün ayağınızın etrafında dolaşan köpek arasında yaşam ve gelişmişlik düzeyi ile ilgili ciddi bir fark göremezsiniz. Ne derseniz deyin ne yaparsanız yapın aynı şekilde dilini sarkıtarak soluyan bir köpektir o. Aynı şekilde karnını doyurma peşinde, aynı sadakatle sahibine bağlı, aynı duygularla saldıracağına saldırgan. Her iki devirde yaşamış olan köpekleri alıp zamanda yolculuk yaptırın ve onları birbiri ile yer değiştirin, onlar için değişen pek bir şey olmayacaktır. Ama insan öyle mi?

Bundan üç yüz yıl önceyi düşünün. Sene 1714. Sultan 3.Ahmet’in İstanbul’u lalelerle donattığı, Baltacı Mehmet Paşanın yıldızının parladığı, İbrahim Müteferrika’nın bu topraklardaki kırılma noktalarından birine doğru koştuğu, Deli Petro olarak bildiğimiz Rus İmparatoru 1.Petro’nun sağa sola saldırdığı, Katerina’nın ünlendiği, Karel 12 ya da 12.Charles olarak tarih sayfalarında karşımıza çıkan ve Demirbaş Şarl olarak bildiğimiz İsveç kralının Osmanlı’daki sığınma günlerinin sona erdiği, Johann Sebastian Bach’ın paskalya bayramlarına beste yetiştirdiği günler ve İngiliz Henry Mill’in ilk daktilonun patentini aldığı yıl. Tüm bu saydığımız isimleri ve Petersburg sokaklarında iki tane kemik bulmak için dolaşan bir sokak köpeğini 1714 yılında uyutsaydık ve bugün (2014) yeniden uyandırabilseydik neler hissederlerdi bir düşünelim.

Sultan 3.Ahmet İstanbul’da yükselen gökdelenlerin arasında kalmış tarihi eser yıkıntılarının arta kalanını görse bile o eski başkentinde gururla dolaştığı gibi gezemezdi. Yaşadığı sarayın girişine bir tanıtım levhası dikilmiş, etrafına bir yığın beton bina inşa edilmiş olacaktı. Kendi sarayına girmek için kendisinden müzekart istenir, şaşkınlığından küçük dilini yutmasa bile Beyazıt’tan Eminönün’ne inene kadar muhtemelen kaybolur ya da dar sokaklardan hızla inen bir toptancı kamyonetinin altında kalırdı.

İbrahim Mütferrika bırakın matbaayı, her köşebaşında bir reklamcıyla, ozalitçiyle, fotokopiciyle ve Sultanahmet caminin önündeki banklarda serbestçe kitap okuyan bir tursitle karşılaşacaktı. Turistle karşılaşır diyorum, çünkü bizimkilerin elinde hala kitap yok!!!

Katerina hakkında çıkmış dedikoduları duyduğunda, Deli Petro elindeki silahlarla yapamadığını kalemle yapmaya çalışanları gördüğünde muhtemelen çok şaşırırdı. Demirbaş Şarl sığındığı ülkenin burası olduğuna muhtemeldir ki asla inanamazdı, hele bir de kendi ülkesini görseydi! Bach yeni bestelerinin Billboard listelerine giremediğine yanardı. Henry Mill herkesin elinde bir telefon ve onun dokunmatik ekranına parmaklarıyla yazı yazanları görseydi herhalde öldüm de cennete geldim zannederdi.

İşin esprisi bir yana insan cinsinden her kim olursa olsun üç yüz sene uyusun ve sonra uyansın varsaydığımızda müthiş bir şaşkınlık, gözlerine inanamazlık, belki sevinç, belki üzüntü, belki de çaresiz bir depresyon görürdük. Çünkü insan sürekli ol’makta olan bir varlık. Sürekli gelişiyor. Aklını kullandığı ölçüde çıkıyor ya da batıyor. Her şeye rağmen düşünme ve düşündüğünü hayatına uygulama ve de seçme kabiliyetine sahip. Düşünceleri ile karşılık bulabildiği bir dili var. İyi ya da kötü kullanımıyla onu hayata istediği biçimde bağlayan bir kalbi var.

İşte tüm bunlar ve tüm sayamadığım farklı özellikleri nedeniyle insan deneniyor. Denenme süreci aynı zamanda ol’uş süreci. Ne kadar iyi bir şey olacağına insan kendisi karar veriyor. Ama 1714 yılında Petersburg sokaklarında dolaşmakta olan ve dilini sarkıtan o köpek için çevre şartları ne kadar değişirse değişsin tek derdi yine iki parça kemik olacaktır. Şaşkınlığı asla uyuyup da uyanan ya da ölüp de dirilen bir insan kadar dehşetli olmayacaktır. Ona verilen çevre şartları her ne ise kısa zamanda o şartlar içinde kemiğini aramaya devam edecektir. Ne söylerseniz söyleyin o köpeğe, size bakıp dilini sarkıtıp “acaba bana bir kemik verir mi?” diye mahsun mahsun gözünüzün içine bakacaktır. Elinizdeki akıllı telefonun, sırtınızdaki montun, arkanızda yükselen gökdelenin ya da havadan cihazınıza yönlendirilmiş olan radyo dalgalarının o köpek için anlamı yok denecek seviyededir. Arabanın altına girip yatar ama arabanın motorunun, kaportasının, kaç model olduğunun ve teknolojik özelliklerinin anlamı yoktur onun için. Altı serindir sadece.

Bu yüzden o köpek değil biz hesaba çekileceğiz. Ona verilen belli. O çerçevede yaşamına devam ediyor. Karnını doyurduktan sonra bir binanın kapısının önüne çöküp iki kolunu öne doğru uzatıp uyuyor. Değil 300 sene, 300.000 sene sonra da uyansa onun için değişen bir şey yok. O köpek uyandığında bizim kadar bir dehşete kapılmayacak. Kuşlar da, böcekler de, bitkiler de öyle. Ama bize verilenler belli. O hayvanlar asla düzene düşman olmuyor ama insan öyle mi?

İnsanımız bilinçli olarak cahil bırakılmıştır. Bunun işaretleri bugün tamamen ortaya çıkmış durumdadır. Bu sadece din değil hemen her konuda böyledir. Din olması gerekenin tam aksine bağlayıcı ve gerçek bilgiye karşı duvar örücü bir afyon olarak damara verilmiştir, bu da bir gerçektir. Ama bu afyon din gerçek İslam ve gerçek din değildir. Bunu anlamanın yolu Kuranı konuştuğumuz dilde okumaktan geçer.

Kehf suresini okuyup okuyup, efsanelerin peşinde mağara ehli kaç kişiydi, kaç yıl uyudular, aslında uzaya mı çıktılar, yoksa dondurucuda donduruldular mı gibi kurgularla gereğinden fazla uğraşıp, ilmi ilim sahibi biyoloğuna, matematikçisine, fizikçisine, arkeoloğuna bırakmayıp kıssadan ders almayı pas geçer olmuşuz. Oysa Kuran bir öğüttü, bir dersti, bir hatırlatmaydı. Düşünenler ancak ibret alırdı. Maalesef bu bizim cahilliğimizden ve cahilliğimizden henüz kurtulamamış olmamızdan. Her şeyi bilmemiz gerekmiyor, ama her şeyden ders alabilmemiz gerekiyor. Asıl faydalı ilim bu olsa gerek.

Hiç şüphe yok ki mağaradan uyanıp da çıktığımız gün gerçekten korkmamız gerekenin kim olduğunu kesin bir bilgiyle anlayacağız. Peki kimdir bizi cahil bırakanlar? Dış güçler mi? Dış güçlerle işbirliği yapmış içerideki hainler mi? Şeytan mı?

Hayır biziz. Kendimiziz. Birey olarak kendimiziz. Ol’mak istemiyoruz, zor geliyor. İnsanı kendinden çok kendine düşman eden yine insan. Şeytan ya da başka birilerinin verdiği sadece vesvese. İcraate dökense hep biz oluyoruz. Ne kitap umrumuzda, ne Allah’ın ne dediği! Oysa kitap göğsümüzde olmalı bizim. Onunla yatmalı onunla kalkmalıyız. Ol’mak için masallara değil gerçeğe uyanmak gerek. Anlamak için başkasının düşüncelerinden çok kendi düşüncelerimize odaklanmalıyız. Bunu anlatmak zor ve anlamak zor gibi gözükse de, iman edene çok kolay. Allah var, ahiret var. Yeniden uyanacak, yeniden dirileceğiz. Şeksiz şüphesiz.

www.kalemzade.net

twitter: @kalemzade


About the Author
Author

kalemzade

Comments (2)
Leave a reply

Name (required)

Website