TEK YÖNLÜ İMAN

TEK YÖNLÜ İMAN


İman iki türlüdür ve imanın iki aşaması vardır;
Gönlünle söylediğini aklınla onaylamak ya da aklınla söylediğini gönlünle onaylamak…
Aklının ve gönlünün birlikte iman etmesi ise iman bütünlüğüdür. Bazı insanlarda, aklın ve gönlün aynı anda iman etmesi söz konusuysa da, çoğunlukla iman iki aşamalı olarak gerçekleşir. Yani ya akıl önce iman eder sonra gönül, ya da gönül önce iman eder sonra akıl.


Üzülerek söylemek zorundayız ki, imanının tam olduğu iddiasında olan pek çok insan ise, henüz ya aklıyla imandadır ya da gönlüyle…İşte tek yönlü iman budur… Aklımız ile, aldığımız bilgiler arasında mantıksal bir bütünlük kurmadığımız sürece, aklımıza yatmayan bilgilerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Gönlümüz iman etmiştir ama bu iman, aklımızın çelişkilerini bitirmeye yetmez. Çünkü henüz aklımız iman etmemiştir. Bu gerçeğin farkına varmadığımız sürece de ya imandan olmamak adına akıldan kaçar ve onu kullanmamayı yeğleriz (ki bu da bizi hayat boyu tek yönlü iman edenler kategorisine sokar) ya da bunalıma gireriz!… Konuyu daha iyi anlayabilmek için, “tek yönlü iman edenler”i görelim:

1)- Sadece “gönül” ile iman edenler:

İman ettiklerini söyleyen insanların çoğu, ne yazık ki bu kategoride yer almaktadır. Allah’a ve O’nun birliğine inanırlar. Evet, kelimenin tam anlamıyla, “ sadece inanırlar”. Allah’a inandıkları gibi, inançlarının tartışılamayacağına ya da sorgulanamayacağına da inanırlar. Bu nedenle, inançları üzerinde hiç düşünmezler!.. Düşünenleri ya da kendilerine soru sorarak düşünmeleri için zorlayanları da pek hoş karşılamaz, hatta bazıları daha da ileri giderek, bu düşünen kesimi “kafir” ilan ederler…

Bu zihniyetlerin tümünün, kültür seviyelerinin düşük olduğunu söylemek ise oldukça zordur. Çünkü içlerinde üniversite mezunu, hatta akademik kariyer sahipleri olduğu gibi, Kur’an’ı okuyan (!) veya İleri düzeyde bilgi sahibi(!) olanlar da vardır… Söz konusu zihniyetlerin bir çoğu, Kur’an’da yer alan “muhkem” (yoruma açık olmayan) ayetleri, işte bu ileri düzeyde bilgi sahibi (!) olanlardan öğrenirler. Zaten onları da, sadece dinin şekil yönünü anlatan “muhkem “ ayetler ilgilendirir. Diğerleriyle ilgilenmeye gerek yoktur, çünkü Kur’an’ın çoğunluğunu oluşturan “ müteşabih” (yoruma açık) ayetlerle ilgilenmek için, düşünmek gereklidir!…

Bir kısmı, ibadetlerin şekli yönünü çok iyi bilir ve genellikle de eksiksiz yerine getirirler. Bazıları ise Kur’an okusa bile (ki Kur’an okumak dedikleri, genellikle piyasada satılan dua kitaplarının içinde bulunan,Yasin ve bunun benzeri surelerin ya da duaların arapçalarıdır ve bu nedenle anlamaz, sadece “papağan” gibi taklit ederler) çoğunluğu Kur’an’ı büyük bir saygıyla kılıfının içinde yukarılarda bir yerlerde saklarlar. Birbirinden farklı gibi görünen ama temelde aynı nedenle ( bu neden; sadece gönülleri ile iman etmiş olmalarıdır) ortak bir yanılgı içinde olan bu insanları, genel hatlarıyla iki gruba ayırabiliriz:

a)- Dış görünüşleri itibariyle; kendilerini “çağdaş!” ilan edenler tarafından, kadınları “tesettürlü” erkekleri ise, “çağ dışı” olarak tanımlanırlar.Yalnızca şekli ibadetlerini yerine getirme konusunda titizlik gösteren, ancak “Öz”le fazla ilgili olmayan bu insanlar, kendi inançları doğrultusunda yaşama çabasındadırlar ve bu nedenle de zaman zaman haksızlığa uğrayıp, çıkar çevreleri tarafından kullanılma olasılıklarının yüksek olması nedeniyle, “yobaz” ya da “Atatürk düşmanı” ilan edilirler.

b)- Dış görünüş itibariyle; kadınları da, erkekleri de “çağdaş(!) “ normlara uygundur. Din zannettikleri hurafelerin ışığında, kabir kabir dolaşır, mum yakar, çaput bağlarlar. Mevlütlerde dantel örtüler takar, “şekli ibadetlerin dışındaki ibadetleri!” yerine getirdiklerine ve bu şekilde “Öz” e ulaşacaklarına inanırlar!.. Onlar da, kendi inançları doğrultusunda yaşama çabasındadırlar ve onlar da bu nedenle
zaman zaman haksızlığa uğrayıp, hurafeleri din zannetmelerinden veya Kur’an’da belirtilen şekli ibadetleri uygulamadıklarından ötürü “kafir” ilan edilirler.

Düşünmeye, okumaya ve araştırmaya önem vermedikleri için, her iki kesimde, kendi inançları doğrultusunda yaşayıp, dinin gerektirdiği şekilde yaşadıklarını zanneder ve kendileri yerine düşünenlerin -ileri düzeyde bilgi sahibi olanların(!) akıllarına uymayı tercih ederler. Genellikle, “iyi niyetli” olan bu çoğunluk, düşüncelerine ipotek koyma gafletinde bulunup,sadece gönülleri ile iman ettikleri için ; işte bu ileri düzeyde bilgi sahibi(!) olanlar tarafından ya din adına dinden uzaklaştırılır ya da bu zihniyetlerin çıkarları doğrultusunda inanç sömürüsüne uğrarlar.

İçlerinde, ileri düzeyde bilgi sahibi(!) olanlarının da farklı özellikleri vardır ama konuyu uzatmamak için, biz ortak özelliklerinden bahsedelim : En önemli ortak özellikleri; Bilerek aklı yok saymak ya da en ılımlı yaklaşımla aklı önemsememektir!.. Çünkü, ancak bu şekilde, hedef kitlelerini kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebilirler!… Bakınız, “din akli değil naklidir” diyen bu “sahte alimleri” Allah nasıl tanımlıyor: “İlim dışı bir şekilde insanları şaşırtmak için yalan düzüp,Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir? “ (En’am 144) “ Birçokları, ilimsiz bir biçimde kendi keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Hiç kuşkusuz senin Rabbin sınır tanımaz azgınları çok iyi bilmektedir!…” ( En’am 119) “Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmayan bir şeyi, siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde, “bu Allah katındandır” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler.” (Ali İmran 78)

Sözü edilen, ileri düzeyde bilgi sahibi(!) olanların zihniyetlerini değiştirme çabasında değiliz. Çünkü bunun mümkün olmayacağını biliyoruz. Biz yalnızca, bu zihniyetlerin, sadece gönül ile iman edenleri nasıl bir sona götürdüğünü göstermek ve insanları, bu “sahte alimlere” karşı uyarmak amacındayız. Onlardan korunmanın tek yolu, yine aklımızı kullanmaktır!.. Şimdi lütfen aklımızı kullanalım ve “aklı dışlama” yolunda bize empoze edilmeye çalışılan düşüncelerin farkına varalım.

Şunu da unutmayalım ki; aklı dışlamak, en kolay yoldur. Çünkü bu yol bizi düşünmek, araştırmak, okumak, soru sormak ve cevaplarını aramak gibi zahmetlerden kurtarır. Bu nedenle, farkında olmadan kendimiz bile, bu tembelliğin içine düşmemizi sağlayacak düşünceler geliştirebiliriz. Kendimizin ya da bir başkasının olsun;“aklı dışlamak”amacıyla oluşturulan düşüncelerden, özellikle en tehlikelileri, nefse hitap edenleridir ki; düşünen, sorgulayan akılları bile saf dışı bırakacak kadar caziptir. İçlerinde en sık rastlanılanları, şöyle özetleyebiliriz:
“ Allah’ı bulma yolunda, söylenenleri sorgulamak, hamlıktandır. Oysa ki; bu yolda olgunlaşan kişi sorgulamaktan uzaktır, tam teslimiyet halindedir!.. Aklını kullanmak belki başta gereklidir, ama sonra aklı bırakmak gerekir!… Çünkü ancak aklı bırakarak Allah’a ulaşılabilinir!.. Akla sarılmak, buğday istemektir ki, zaten ancak gönül sahipleri himmet isterler…”

Yukarıda özetlediğimiz düşüncenin kıskacında olanlara sorulacak ilk soru şu olmalıdır: Diyelim ki söyledikleriniz doğru, yani Allah’a ulaşmak için aklı bırakmamız gerekiyor. Peki, sizin bu olgunlukta olduğunuzun kriteri nedir? Kur’an’da, Yusuf Peygamber bile : “ Nefsimi ak-pak gösteremem. Çünkü nefs, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emreder.” (Yusuf 53) derken, Allah, güzellik sergileyenleri anlattığı ayetinde bile: “ O halde nefislerinizi temize çıkarmayın. Korunanın kim olduğunu O daha iyi bilir.” (Necm 32) diyerek bizleri uyarırken ve Kur’an’da defalarca “aklımızı kullanmamız gerektiğini” söylerken siz, neye dayanarak, aklı bırakma mertebesine erdiğinizi söyleyebiliyorsunuz? Onlara, Mevlana’nın sözüyle yanıt verelim:
“ Kendine gel ey gönül de, mağrur olma!.. İsa, Tanrı sarhoşudur, eşek arpa sarhoşu!..” (Mesnevi 4/217) “ Sen gönlünü “gönül” sandın da, gönül sahiplerini aramayı bıraktın. Gönül öyle bir varlıktır ki; bu yedi gök gibi, yediyüz tanesini ortaya koysan, kaybolur gider. Bu çeşit gönül kırıklarına, “gönül” deme.” (Mesnevi 5/73)

Öncelikle, nefsimize uyup, kendimize paye verme sevdasından vaz geçelim. Mevlana, “sen kendini gönül sandın da, gönül sahiplerini aramayı bıraktın” diyor. Böylesi bir gurur, bizi gerçek gönül sahiplerinden de uzaklaştırır sonra!… Hem unutulmamalıdır ki; bunca sahte gönül sahibinin kol gezdiği bir ortamda, gerçek gönül sahipleri ancak, akıl ile ayırt edilebilir.

Şimdi gelelim “ Allah’a ulaşmak için aklı bırakmak gerekir” tezine; Oysa ki bu düşüncenin tam tersi geçerlidir. Yani: “ALLAH’A ULAŞMAK İÇİN MUTLAKA AKIL GEREKİR!…” Allah’a ulaşmak için akıl gerekir demek de yetmez, akıl şarttır!…Şimdi bunun nedenlerini görelim:
Aklın, bu yolda ilerleyen kişiye neden gerektiğini şöyle özetleyebiliriz;

1)- Öncelikle, “insan” olabilmek için aklımızı kullanmak zorundayız. Ancak, böylelikle yaratılanlar arasında muhattap alınan varlık olma şerefine erer, Kur’an’ın muhattabı olabiliriz. Çünkü Allah, Kur’an’ı insan için indirmiştir. “ İğreti arzusunu ilah edinen kişiyi gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın? Yoksa sen, bunların çoğunun işittiğini, akıl edip düşündüğünü mü sanıyorsun!.. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta yolca hayvanlardan da şaşkındırlar.” ( Furkan 43-44)
Ayetin de işaret ettiği gibi; nefsimizin iğreti arzularının tuzağından, ancak aklımız ile kurtulabiliriz.Çünkü, ancak akıl, nefsin tuzaklarını görür. Bunu başaramadığımız zaman, “insan olma” şerefini de kaybeder, hayvandan aşağı bir konuma ineriz. Nitekim yüce peygamberimiz; “ Allah, melekleri yarattı, onlara akıl verdi. Hayvanları yarattı, onlara şehvet verdi. İnsanoğlunu yarattı, onlara hem akıl, hem şehvet verdi. Kimin aklı şehvetinden üstün olursa, meleklerden daha yücedir. Kimin aklı şehvetinden aşağı olursa, hayvandan aşağıdır!..” diyor. Aklımıza sahip çıkalım. Çünkü zaten sahip olduğumuz tek şey o. Ona sahip çıkmazsak, insan olarak “bizim” diyebildiğimiz yegane şeyi de kaybederiz ki, bu da insan olma özelliğimizi kaybettiğimizi gösterir.

2)- Gönlümüz ile Allah’a inanmak çok daha kolaydır. Çünkü gönülde bu meyil zaten vardır.Ama, aklımız ile de Allah’a inanmak zorundayız. Çünkü, gerçekte inanmayan bir akıl, zamanla gönlü de bulandırmaya başlar. Mevlana, bu konuya dikkat çekmek için Mesnevi’sinde; “inanan gönüle”
hitap ederek; aklı da inandırması için, akılcıl örnekler vermesi gerektiğini söylüyor ve bilen, duyan gönlün bunu nasıl bilemediğini soruyor. Allah’ın varlığına aklı inandırmak için bakın nasıl akılcıl örnekler veriyor: “ Evi bir yapanın olması mı akla daha uygundur, yapıcı olmayan, kendi kendine
kurulmuş ev mi?Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı?” (6/32)
Bu örnekteki en önemli nokta; Mevlana’nın, Allah’ın varlığına AKLI inandırmaya çalışmasıdır. Çünkü, sanıldığının aksine inanç, sadece gönül işi değildir!.. Hz. Ali’nin; “ Ben görmediğim Allah’a inanmam” sözünü, bu çerçevede değerlendirmek zorundayız.

3)- İbadetlerimizin geçerliliği akla bağlıdır. Yani, ibadetlerimizin farz olması için, neyi, niçin yaptığımızı bilme gereği, başka bir değişle, aklımızı kullanma zorunluluğu vardır.
Mevlana bu zorunluluğu, son derece net bir şekilde ifade ediyor:
“ Bir zerre aklın, oruçtan da yeğdir, namazdan da!.. Çünkü aklın cevherdir. Bu ikisi ise araz. Bu ikisi, yani namaz ve oruç, onun, yani aklın tamam olmasıyla farz olur. Bu suretle de o aynanın cilalanması, ibadetle gönlün arınması mümkün olur!… ( Mesnevi 5/41) Halk arasında söylenen “Olmayacak duaya amin denmez” sözü, dua etmeden önce bile aklımızla gerçekleşme olasılığı olan isteklerimizi belirleyip, sonra bu istekleri dualarımızda belirtmemiz gerektiğine işaret ediyor.

Konu ibadetlere gelmişken, bir başka yanılgıyı da düzeltelim:
İbadet konusunda tüm söylenenler; gerçek bir ibadetin nasıl yapılması gerektiğini insanlara anlatmak içindir. Ancak, söylenenleri, kendi nefisleri ile yorumlayan bazı zihniyetler, “anlatılan şekilde ibadeti gerçekleştiremiyorsan hiç yapma” gibi bir mantık geliştirerek, ibadetlerini yerine getirmeme nedenine, kendilerince makul bir kılıf hazırlamaktadırlar. Oysa ki ibadetler farzdır ve ne sebeple olursa olsun “yapma!” demek, kesinlikle Kur’an ‘a aykırıdır.!… Çünkü, bu konu sadece kişiyi ilgilendirir. İbadet kulun Allah’a olan borcudur;dileyen borcunu öder,dileyen borçlu gider!..
Bu zihniyetlerin bir sonraki versiyonu ise; “Ben her an Allah’la beraberim, bu nedenle ibadetlere ihtiyacım yok!..” düşüncesidir ki, bu düşünceyi, aklı başında olan hiç kimsenin ciddiye alacağını sanmıyoruz!.. Ciddiye alanlara ise, biran önce akıllarını çalıştırıp, Allah’ın dinine geri dönmelerini öneriyoruz!..

4)- Gönül, Allah’a açılan kapıdır. Gönül, hazinedir. Ama, gönül de yanılabilir!.. Allah’tan gelen vahiy de, nefsten gelen vesvese de gönüle gelir ve bu ikisini birbirinden ayıran ise; sadece akıldır!..Akıl olmasa, gönlümüze doğan şeylerin, ilahi ya da nefsani olup olmadığını ayırt edemeyiz.
Bu nedenle, aklımızı çalıştırmadan, yalnızca gönlümüze doğanlara pek güvenmemeliyiz!…
Bu konuda Mevlana, bakın bizi nasıl uyarıyor:
“ Vesvese ile Elest deminin vahyi; her ikisi de duyguyla değil, akılla anlaşılır. Her ikisi de gönül pazarının tellalıdır, her ikisi de matahlarını över durur. Gönül sarrafı isen; fikrini anla, gönlüne geleni bil de, esir tellalı gibi bu iki fikri birbirinden ayırt et. Önüne bir lokma atsan, köpek bile köpekliğiyle önce koklar da sonra yer. O burnuyla koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak; demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla kokluyoruz…” (Mesnevi 3/285)

Aklını kullanmadığı için, gönlüne gelen fikirlerin, vesvese ya da vahiy olduklarını ayırdedemeyen insanların, zamanla gönüllerinde tortular oluşmaya başlar. Bu tortular gönlümüzün hastalanmasına sebep olur. Gönlümüzdeki tortuların farkına varmaz ve temizlemeye çalışmazsak, bir başka deyişle;
gönlümüzün hastalığını önemsemez ve aklımızı kullanmamakta hala ısrar edersek, git gide farkında olmadan “benliğe” düşeriz ki, bu da gönlümüzde, temizlenemeyecek kirler oluşturur. Gönlümüzdeki tortu; yaradır. Zamanında tedavi edilmezse, ne yazık ki bu yara kangren olur!.. Nitekim;
“ Allah’ın izni olmadıkça, hiç bir benlik İMAN EDEMEZ!… Allah, PİSLİĞİ AKLINI KULLANMAYANLAR ÜZERİNE BIRAKIR!..” (Yunus 100) Ayetin işaret ettiği pislik “gönül kiri” dir ve bu kiri temizlemek de yine akla düşmektedir.

“Tortu süzmek, safı meydana getirmek için, aklımızın ne kadar zahmetler çekmesi lazım!..” (Mesnevi 2/226) diyor Mevlana. Gerçekten de aklımıza çok iş düşüyor. Sadece gönüle değil, duyulara ve duygulara da yön veren akıldır: “ Ne mutlu o göze ki, akıl onun başına buyruktur. İşin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur. Çirkinle güzeli akılla ayırt edin, şu karadır, bu ak diyen
gözle değil!.. “ ( Mesnevi 6/234) Özetle diyebiliriz ki ; gönül, ruhun bahçesidir ; mümin kul gül yetiştirir, dönük kul diken!.. Sadece gül yetiştirmeye bakalım. Güllerin arasından baş gösteren diken olup olmadığını, aklımızla sürekli kontrol edelim ve biten dikenleri büyümeden, güllere zarar vermeden sökelim…

5)- “ Ahitlere vefa akılla olur. Akıl, ahdini hatırlar. Çünkü, bir şeyi kavramak, anlamak, hıfzetmek ve hatırlamak aklın işidir.” diyor Mevlana. (Mesnevi 4/185) Ra’d Suresi’nde Allah, “ And cennetlerinin”, Allah’a verdikleri söze sadık kalanlar için olduğunu belirtiyor. Aklını kullanmayanlar için hatırlatmanın yararı yoktur. Bu nedenle de Allah: ” Eğer hatırlatmak yarar sağlarsa hatırlat/ öğüt ver ” (A’la 9) diyor. Şimdi, Rad Suresi19. ve 20. ayetleri, yukarıdaki bilgilerin ışığı doğrultusunda değerlendirelim : “ Rabbinden sana indirilenin Hak olduğunu bilen kişi, kör olan biriyle aynı mıdır? Sadece gönlü ve aklı işleyenler düşünüp ibret alır!..İştu bunlardır Allah’a verdikleri söze sadık kalanlar ve antlaşmayı bozmayanlar! ” Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Adn cennetlerine de akıl ile gidilebiliniyor!…

6)- Akıl ile iman etmeyenler, akıllarını kullanmadıkları için, başkalarını taklit etme yolunu seçerler. İşte böylelerine sesleniyor Mevlana: “ Taklide uymaksızın bakmayı adet edin!… Kendi aklını koru, onu düşün sen.” (Mesnevi 6/264)

7)- Aklı devre dışı bırakan gönül, dümeni olmayan gemiye benzer. Rüzgar hangi yönden eserse, o yöne doğru sürüklenir. Sonuçta ise, ya bir yerlere çarpar, ya karaya oturur ya da batar. Bu sondan kurtulmanın tek çaresi, dümene sarılmak ve gideceğimiz yönü tayin etmektir. Aksi taktirde, rüzgarın ya da dalgaların gemiye verdiği hasardan, ne rüzgar ne de dalgalar, sadece biz sorumlu oluruz.

8)- Bu yolda tehlikeler vardır ve bu tehlikeler akıl ile aşılır. Mevlana’da bu gerçeğe dikkat çekiyor :
“Göz, pislikte biten yeşilliğe de aldanır. Fakat akıl, “onu bir de bizim mehengimize vur” der. Yalnız isteği gören göz, kuşa bir afettir. Fakat tuzağı gören akıl, onu afetlerden kurtarır. Cinse cins olmayanı
akılla bilmek, tanımak gerek. Hemencecik suretlere koşmamalı…” ( Mesnevi 6/234) “Ya üstün ol, ya üstünlüğü ara. Ya görüş sahibi ol, yahut da bir görüş sahibi ara!.. AKIL OLMAKSIZIN BU KAPIYI AÇMAYA KALKIŞMAK BEYHUDEDİR, DOĞRU DEĞİLDİR, AÇILMAZ!…” ( Mesnevi 6/323) Görülüyor ki; bu yolda varılacak kapıları da ancak akıl ile açabiliyoruz!…

9)- Bilgi sahibi olabilmek için, aklımızı kullanmamız gerektiği açıktır. Kur’an bize; “ Bilgi Allah’ın katındadır.” (Mülk 26) diyor. Bilgiye akıl ile ulaşılıyorsa ve bilgi Allah’ın katındaysa, demek ki;
Allah’ın katına çıkmak, akıl ile oluyor!..

Tüm bu bilgilerden sonra, sanıyoruz ki; sadece günül ile iman etmenin ve bu yolda, aklın önemini farketmemenin, bizi ne gibi yanılgılara sürükleyebileceğini gördük. Şunu da tekrar belirtmeliyiz ki; sadece gönülleriyle iman eden bu grubun çoğunluğu, kelimenin tam anlamıyla, Allah’ı “gönül” den seven ve nasıl bir yanılgının içinde olduklarını gerçekten fark etmeyen, iyi niyetli insanlardır.
Peki, aklımızı devreden çıkartmamamız gerektiğine dair bunca işaret varken, bu insanları, (nefsleri ve çıkar çevreleri dışında) kendi içlerinde yanılgıya düşüren şey nedir? Sanıyoruz bunun cevabı da “sadece akıl ile iman edenler”in içine düştükleri yanılgıyı görmeleri ve aynı yanılgı içine düşmekten korkmaları olsa gerek!…

2)- Sadece “akıl” ile iman edenler:

Gönüllerinde, Allah’ı akıl ile aramayı gerektirecek kadar sevgi mevcutsa da, maalesef ki gönüllerine önem vermemek gibi bir yanılgı içindedirler. Başlangıçta, akıllarını, Allah’ı bulma yolunda kullanırlar, ama zamanla, nefsleri sayesinde “put” edinmeye başladıkları akılları, onları kullanmaya başlar!…İşin kötüsü, çoğu bu durumun farkında bile değildir!… Sınıflandırılabilecek ortak özellikleri yoktur. Toplumun her kesiminden olabilirler. Zamanla, şu üç yoldan birini seçerler:

1)- Allah’ı anlamak konusunda, çok güvendikleri akıllarının yetersiz kaldığını görünce; beş duyuyla sınırlı olan akıl ile algılayamadıkları her şeyi reddetmeye başlarlar. Kabul edemedikleri bilgiler çoğaldıkça bu yoldan uzaklaşır, zamanla Allah’ın varlığını inkar ederler ki, “tanrı tanımaz” olduklarını söyleyen pek çok kişi bu kategoride yer alır. Ve sanıldığının aksine, Hak ilminde, “sadece gönül ile iman eden”lerin çoğundan daha fazla bilgiye sahiptirler. Bu nedenle de; bu kesimden insanlarla karşılaştıklarında çok tehlikeli olabilirler. Çünkü onlar için, akıllarını kullanmayan “saf” iman sahipleri, imanlarından çok kolay çıkarılabilecek ya da inançlarında sarsıntılara sebep olunabilecek durumdur ve bu nedenle yandaş bulmakta hiç zorlanmazlar!..
Sanıyoruz ki, “Sadece gönül ile iman edenler”, akıllarını devreye soktuklarında, bu kesimin içine düştükleri yanılgıdan da korkuyor olabilirler. Ancak bu ihtimal, üçüncü maddede belirttiğimiz kesime oranla daha zayıftır. Çünkü, aynı ortamlarda bulunma ihtimalleri daha düşüktür. Konunun başında da belirttiğimiz gibi, temelde en büyük yanılgıları; Allah’ı anlamak konusunda cüzi akıllarının yetersiz kaldığını gördüklerinde; Külli Akl’a bağlanmak yerine, cüzi aklın üstünlüğüne inanmayı seçmeleridir.

2)- Bu yolda, cüzi akıllarının yetersiz kalacağının bilincine varır ve “Sezar’ın hakkını Sezar’a verirler. Yani, cüzi akıllarını, Küll-i Akl’a teslim eder, onunla birlerler. Böylece de gönülleri ile de iman etmeye başlar, “iman bütünlüğü”ne sahip olurlar.

3)-Bir kısmı ise; hem çok güvendikleri cüzi akıllarından vaz geçmez, hem nefslerini eğitmeyi beceremez, hem de Allah yolunda olduklarını iddia ederler ki, işte biz, bu kesim üzerinde duracağız. Çünkü, “sadece gönülleri ile iman edenler” in, en çok karşılaşabilecekleri ve yanılgıya düşmekten en çok korktukları kesim de bunlardır :Temelde en büyük yanılgıları, cüzi akıllarına gereğinden fazla güvenmeleridir: “ Kendi aklımıza güvendik, fikrimize dayandık da bu tehlikeye çattık. İnce hastalığa tutulan kendini nasıl sağlam sanırsa, biz de tıpkı onun gibi, kendimizi
sağlam sandık, hür zannettik!.. (Mesnevi 6/299) diyen Mevlana, bizleri aynı yanılgıya düşmememiz için uyarıyor: “ Cüzzi aklı kendine vezir yapma, Külli Aklı vezir yap!..” (Mesnevi 4/103)
Ancak, bu iş söylendiği kadar kolay değildir, her kişinin harcı da değildir!.. Bu nedenle, yanılgıya düşen insanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Onları “ahmak” olarak nitelendiren Mevlana, devamında bakın ne diyor: “ Ahmaklar baş oldular da, akıllılar başlarını kilime çektiler!..” (Mesnevi 4/119)

Peki nedir bu Külli Akıl? Cüzzi Aklımızı, Külli Akla nasıl bağlarız? Bu konuya, “ Akıl-Mantık-Gönül ” adlı bölümümüzde detaylı olarak yer vereceğiz. Ancak şimdilik, genel anlamda bir fikir vermek için yine Mevlana’ya dönelim: “Felsefeye sarılan kişinin aklı, akılla anlaşılabilen şeylere bağlanmış kalmıştır.
Fakat, temiz ve pak kişi, aklın aklının (Küll-i Akıl) tek binicisi oldu. Aklının aklı içtir, senin aklın ise kabuk. Hayvan midesi daima kabuk arar. İç arayan kabuğu sevmez, ondan usanır, bıkar. Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir. Fakat, Külli Akıl, doğru olduğunu bilmediği yolda adımını atar mı hiç?” (Mesnevi 3/205) “ Akıl dediğin nedir? Akıl sahibinin Akl-ı Küll’ü. Cüzi akıl da akıldır ama, pek arıktır. Artık bir akıl, aklın aklından kaçarsa; akıllılar taifesinden, hayvanat zümresine geçmiştir!..” (Mesnevi 1/265) “ Cüzi akıl, aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünya muradı, insanı muradsız bir hale getirmiştir. O (külli akıl), bir avdan avcının güzelliğini görmüş, bu (cüzi akıl), avcılığa düşmüş, bu yüzden, bir avın derdine uğramıştır. O (külli akıl), hizmetle, hizmet edilme
nazına erişmiştir, bu (cüzi akıl), kendisine hizmet edilmesini dilemiş, yüce yolundan geri dönmüştür!..” (Mesnevi 5/41)

Sözünü ettiğimiz kesim ; cüzi akılları sayesinde, Hak ilmi konusunda teorik de olsa, oldukça ileri düzeye erişirler. Bu nedenle de, edindikleri bilgi ile, çevrelerindeki insanları etkileri altına almayı başarırlar. Güzel konuşur, büyük sözler söylerler!.. Bilgi de ileridirler ama gönül gözleri kapalıdır. Bu nedenle de gönül gözü açık olanlara ihtiyaç duymaları kaçınılmazdır. Böyleleri için: “ Bilgide ne kadar ileri gidersen git, onunla, gaybı gören gözlerin açılmaz ki!.. Can gözü açık olmayan, sakaldan, sarıktan başka birşey görmez. Adamın ileri yahut geri oluşunu, onu tarif edenden sorup öğrenir. “ (Mesnevi 6/24)
” Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır!…Başkalarının damlarındaki suyu aşıran, söz nakledendir. ” (Divan-ı Kebir 7/628) diyor Mevlana.

Akıllarına öylesine güvenirler ki, kendilerinin, bu yolda her şeyden “emin” olduklarına inanmaya başlarlar. Akılları ve bilgileri sayesinde, diğer insanlardan üstün olduklarına inanırlar. Zamanla, içine düştükleri “ben” lik duygusu ile, nefislerinin esiri haline gelirler: “ Akıl keskindir ama ayağı gevşektir. Çünkü gönlü yıkık bedeni sağlam!.. Bu çeşit aklı olanların akılları, neye takılırsa, sımsıkı takılır. Ama şehveti bırakmayı hiç mi hiç düşünmezler. Dava zamanı, göğüsleri doğuya benzer. Fakat takva zamanı, sabırları adeta bir şimşektir. Her biri hünerlerle kendini gösterir, alim geçinir. Fakat vefa vaktinde, alem gibi vefasızdır. Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi, boğazda, midede kaybolur gider.” ( Mesnevi 6/11)

Böylelerine Allah şöyle seslenmektedir: “ İnsanlara iyiyi ve güzeli emredip de, öz benliklerinizi unutuyor musunuz? Üstelik de, Kitap’ı okuyup durmaktasınız!.. Hala aklınızı kullanmıyacak mısınız?” (Bakara 44) Bu ayette ilginç olan şudur; Hitap edilen kesim, iyiyi ve güzeli emrettiğine göre,
bu bilgilere sahiptir. Yani, iyiyi ve güzeli biliyor olmaları gerekir. İnsanlara “emrettiklerine” göre, sözü dinlenen ve birden fazla insanı etkileyebilen bir özellikleri de mevcuttur. Kısacası, yukarıda anlattığımız kesimin tüm özelliklerine sahiptirler. Yani akıllarını kullanan insanlardır!.. Buna rağmen, “ Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” diye sorulmasının nedeni ise, cüzzi akıllarını külli akla bağlamak konusunda gösterdikleri inattır… Bir süre sonra; Hallac’ın dediği; “Ben Hakk’ım” demeyi, Firavun’un ; “Allah benim!..” sözü ile karıştırmaya başlarlar ki bu, hastalığın en ileri safhasıdır. Bu noktaya gelenler için, yaptıkları herşey, tüm nefsani davranışları mübahtır!.. Çünkü, bu davranışları aslında onlardaki “Hak” yapmaktadır!…Sonrasında da, kendilerini ya mehdi ya da peygamber ilan ederek bu yolculuğu trajik bir sonla noktalarlar…

Dilerseniz, konumuza geri dönelim ve Mevlana’ya kulak verelim:
“ Vay o kuşa ki, kanadı bitmeden yücelere uçmaya kalkışır da, tehlikeye düşer!.. İnsana, kol kanat akıldır. Adamın aklı olmazsa, kendine başka bir aklı kılavuz etmesi gerekir. ” ( Mesnevi 6/323)
Evet; bu yolda uçmak için, göze de ve kanada da ihtiyacımız var. Göz; gönül gözüdür,
kanatsa akıl!.. Sadece gönül ile iman; bize ancak bulunduğumuz yerden görebileceklerimizi gösterir, sadece akıl ile iman ise; bizi kör bir şekilde uçurur. Uçmak istiyorsak; hem aklımızla, hem gönlümüzle iman etmek zorundayız!… İman bütünlüğü olarak tanımladığımız, hem akıl, hem de gönülle iman ise; ancak “Akıl-Mantık-Gönül “ birliği ile gerçekleşir.

Berrak Bulut
Berrakbulut@hotmail.com
www.berrak.org

 

Yazar : Ceyhan

 


About the Author
Author

Dini Yazilar

Leave a reply

Name (required)

Website