“Karaca Ormanında Tefekkür”
Güneş ağaçların tepesindeki geniş yaprakların arasından arada bir yüzünü gösterse de her taraf gölgelikti. Eylül ve Burak bu serin ve loş dünyada oldukça yorgun düşmüşlerdi. Her ne tarafa koşuştursalar da, ormandan çıkış yolunu bir türlü bulamamış, nihayet geniş gövdeli bir ağacın dibine dinlenmek için bağdaş kurup oturmuşlardı. Bir arı sürüsü vızıldayarak çıktı ağacın üst dallarından ve bir bulut gibi uçup gittiler. Ardından biraz ötede bir tavuk ve ardından küçük civcivler sıra olmuş yürüyorlardı. Geçip gittiler. Ne garip bir ormandı burası ki çiftlik hayvanları bile oradaydı!
Bir anda sıçraya sıçraya ağaçların arasında koşmakta olan karacayı gördüler. Karaca da onları. Ama o gitmedi. Kaçmadı daha fazla. Durdu! Güzel hayvan öylece duruverdi ve başını çevirip onlara doğru baktı. Sanki bir şey sormak ister gibiydi. Eylül hem hayvanın güzelliğinden etkilenmiş hem de o güzelliği seyre devam edebilmek için karacayı ürkütmek istemediğinden ses çıkarmıyordu. Burak da aynı hislerle Eylül’e “sessiz ol” der gibi parmağıyla ağzını işaret edip tekrar karacaya bakışlarını çevirdi.
Kısa bir süre karaca ve bizimkiler birbirlerine bakıştılar.
Az sonra ise karaca, önce uzun kirpiklerinin sahibi göz kapaklarını kapatıp açtı ve ardından “Yolunuzu mu kaybettiniz?” diye sordu!
Eylül ve Burak şaşkınlıktan ne yapacaklarını, ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Karşılarında bulunan hayvan, apaçık bir lisanla onlarla konuşmuştu. Bu nasıl olabilirdi ki!
Burak şaşkınlığı geçmediği halde titrek dudaklarını biraz daha kımıldattı ve “Bizle!” dedi “Bizimle konuşabiliyorsun!”
Karaca bu sözün üzerine yönünü tamamen onlara çevirip güvenli ve bu kez ağır adımlarla yaklaşıp “Elbette sizinle konuşuyorum. Sizden başka kim var ki burada?” dedi.
Eylül korkmuştu. Ayağa kalkmaya ve kaçmaya karar verdiği sırada Burak’ın elinden “Sen de gel!” der gibi çekiştirdi.
Karaca “Korkmayın!” dedi “Ben size yolunuzu göstereceğim. Şaşkınlığınızı atın. Kaçmayın. Konuşalım.”
Bir anlık sessizlikten sonra Eylül tekrar sindiğinde Karaca “Buraya neden, nereden geldiniz?” diye sordu.
Burak cevap vermek için ağzını açtı ama ne diyeceğini bilemedi. Hakikaten buraya nereden, niçin ve nasıl gelmişlerdi ki! Bunu hiç düşünmemişti. En ufak bir fikri bile yoktu. Eylül’e doğru baktı. Ama Eylül de aynı şaşkınlıktaydı. Neden bu uçsuz bucaksız ormanda bulunduklarını hatırlayamıyordu.
Karaca ise cevap veremeyişlerine hiç şaşırmamış bir edayla “Hemen hepiniz böylesiniz!” dedi, “Neden diye hiç sormuyor, nereden gelip nereye gittiğinizi hiç düşünmüyorsunuz. Sadece kaçıyorsunuz.”
Burak “Sen de kaçıyordun.” diye cevapladı ve “Sen kimden kaçıyordun?” diye de ekledi.
Karaca gülümsedi.
“Ben bir kaplandan kaçıyorum… Beni yemek isteyen bir kaplandan.”
Eylül söze girip “Senin gibi güzel bir hayvanı yiyecek bir kaplan ne kadar vahşi, ne kadar kötü!” dedi.
Karaca ise bu fikri beğenmediğini belirtir biçimde “Hiç de değil!” diyerek dudaklarını büktü.
Eylül şaşırmıştı.
“Nasıl olur? Seni parçalayıp yemek isteyen bir canavardan hem kaçıyor, hem de ona toz kondurmuyorsun!” dedi.
Karaca güzel gözlerini Eylül’ün gözlerine odakladığı an Eylül ürperdi. Karaca ise umursamadan devam etti.
“Onun görevi kovalamak, benimki kaçmak!” dedi ve devam etti.
“Ben onun yiyeceği isem beni yer. Değilsem, başkasının nasibi isem başka bir kaplan yer. Öyle ya da böyle bundan kaçışım yok. Kaplan yemezse, sırtlan yemezse, eninde sonunda börtü böcek yer. Ben, beni parçalayacağı için değil, görevim bu olduğu için kaçıyorum. O da gerçekte beni yemek için değil, görevi bu olduğu için beni kovalıyor. Zaten benim bedenimi parçalamak için var edilmiş bir kaplandan neden nefret edeyim ki! O vahşi değil. Vahşi olanı sen kendine sor.”
Bir an başını eğen Eylül aklına geleni söylemek için göz kapaklarını kaldırdı ve merhametle sordu.
“Ya acı?”
Karaca anlamamış gibi bakarken devam etti Eylül.
“Ya seni parçalarken duyacağın acı! O anda gözünden akacak tuzlu gözyaşın ne olacak?”
Buna karşılık “Acı nedir?” diye sordu Karaca “Acı, ne demek!!!”
Eylül “Seni parçalarken duyacağın acıyı hiç mi umursamıyorsun?” diye sordu.
Karaca yine “Acı dediğin şey nedir?” diye soruyla cevapladı.
Burak devreye girip “Senin vücudunun hissettiği dehşet, etin parçalanırken, sinirlerin koparılırken duyacağın zorlanma hissini, azabı soruyoruz sana.” dedi.
Karaca “Şimdi anladım.” dedi “Siz, şu bedenin fıtratından bahsediyorsunuz… O da yapması gerekeni yapıyor ve bundan hiç de şikâyetçi değil ki! Bunu neden mesele yapıyorsunuz? Aksine o, onu yaratanın emrine nail olduğu için çok da memnun olacaktır. Ona bir diken battığı ya da bir sinek ısırdığı zaman nasıl bunun gereğini yaparak kanını sızdırıyorsa, daha da güzelini yapacak parçalanırken. Hiç de şikâyet etmeyecek, bilakis memnun olacaktır. Emri geldiği zaman Yaratanına boyun eğmek gibisi var mı?”
“Sen neden kaplandan kaçıyorsun o zaman?” diye atıldı Eylül.
“Dedim ya!” dedi Karaca “Benim görevim, yaratılışım bunu gerektiriyor. Ben kaçacağım, o kovalayacak.”
“Peki ama!” dedi Eylül “Senin bir ailen yok mu? Sen ölünce onlar üzülmeyecekler mi?”
“Yaratıcımız bizi üzecek bir şey yaratmaz” dedi Karaca.
Burak “Nasıl olur? Ailenden ayrılacağın, öleceğin için hiç üzülmezler mi?”
Karaca şöyle yanıtladı.
“İçlerinde üzülmekle sorumlu olanlar varsa elbette üzülürler. Ama bu üzüntüden de memnundur onlar. Hiç düşünmeyecek misiniz? Biz neden hayatımızdan memnunuz, işte böyle sorun ve anlayın. Sormaktan korkmayın ama isyan etmek için değil öğrenmek için sorun. Sizler nasıl varlıklarsınız ki başınıza gelenlerden dolayı O’nu suçlar gibi konuşuyorsunuz! Siz de kendi kaplanlarınızdan kaçmakla görevli iseniz kaçacağınızı, yakalandığınız zaman, kurtulamayacağınız zaman teslim olacağınızı ve bunun hak olduğunu bilmiyor musunuz? Bizim, sizin gibi aklımız yokken teslim oluyorken, sizin bu kadar aklınız varken, bu gerçekleri göremeyip de nasıl isyan ediyorsunuz! Üstelik bitişten sonrası için söz verilmişken, bizim gibi ölümle bitmeyip sonsuzlukla müjdelenmişken, anlamaya çalışıp hak edeceğinize, bizim akılsızken anladıklarımızın hiçbirini anlayamıyor musunuz? Daha da önemlisi siz neye, kime karşı çıktığınızın farkında mısınız? Uyanın artık uyanın! Düşünün anlayın ve uyanın. Rüyalara, hikâyelere, kuruntulara değil gerçeğe, size indirilene, yaratılış gerçeğinize uyanın. Rehberiniz bile elinizde sayfa sayfayken neyin peşindesiniz?”
Bu sözlerden sonra Karaca dönüp hızla uzaklaştı. Bir anda öteden kaplanın koşar adım geldiğini gördü Burak. Kaplan da onu. Karacadan vaz geçen kaplan ona doğru yöneldi. Burak korkudan sarsıldı. Ne yapacaktı şimdi! Hatırına Eylül geldi. Eylül’e doğru döndü. Nasıl olur!!! Başında arılar uçuşuyor, etrafında küçük civcivler dolaşıyordu. Eylül ise gülümsüyordu. Uyanmıştı çoktan.
“Kahvaltın hazır Burak.” dedi “Hadi sen de uyan, köy yumurtası haşladım sana. Yanında da bal var.”
Kalemzade
http://kalemzade.net/2013/12/04/akilsiz-hayvanlar-ve-akilli-insanlar/