Dinler Üzerine…

 

Yeryüzü tarihini en çok işgal eden konulardan biri dindir. Bu, tarihsel bir gerçekliktir. Tarih, din savaşları ile doludur. En azından tarihin şahitliği dahi bu kavramın bir materyal olarak ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermeye yeter. Tarihte şimdiye kadar dinsiz bir kavim olmamıştır diyebiliriz. Tanrı-tanımazlık anlayışının 21. YY’a kadar bir kavime özgülendiği görülmüş bir olgu değildir. Tanrı-tanımazlık din karşısında bir duruş olarak nesilden nesile aktarılan bir dogma haline gelmemiştir. Bu fikrin dinin dayandığı hemen hemen hiçbir şeye dayanmaması tanrı-tanımazlık anlayışının din kavramının karşıtı olamamasının temelleridir demek zor olmaz. Zira akli yargıların katli olmadıkça nesilden nesile aktarılması imkansız gibidir.Her nesil ,çağının dominant anlayışı etkisi altında büyür ve gelişir. Gelişme evresi nihayetinde birey dominant anlayışı sorgulama ihtiyacı hisseder veya hissetmez. Hissetmez ise atalarının anlayışını sualsiz kabul eder ve ölene kadar öyle yaşar. Eğer bu ihtiyacı hisseder ise önündeki seçenekleri çoğaltır ve bunlardan birini kendine seçer. Düşünmeyi bir kenara bırakmadığı müddetçe bu alternatiflerden bazıları zaman zaman tercih edilir yahut içlerine yeni argümanlar katılır. Ezcümle zihin dinamik bir hal alır. Olumlu ya da olumsuz yönde değişimler her daim olur.

Doğal olan da şüphesiz ki budur. Zira insanın beynini çalıştırması normal olandır. Anormal olan ise çalıştırmamasıdır. İlginçtir ki, klasik din anlayışlarında,  insan doğasının bir sonucu olan düşünme olgusu ile ilgili yargının tam tersine çevrildiğini görüyoruz.  Klasik din anlayışlarının neden bu yargıyı tersine çevirmek gayesinde oldukları ayrı bir araştırma konusudur. Ancak şu söylenebilir ki, klasik din anlayışlarının, aklı dışladıkları itiraz edilemez bir hakikattir. Bu hakikati kavramak bakımından dinler tarihi ve dinlerin temel kaideleri üzerine kısa bir çalışma yapmak yeterli olur kanaatindeyim.
Yukarıda zikrettiğimiz gibi din sadece bir tarihi hakikat olarak dahi başlı başına incelemeye değer bir konudur. Fakat tuhaf bir şekilde insanlar dinli ya da dinsiz olsun bu olguyu ya tarihsel bir gerçek olarak görüp, onunla ilgili yargılarına tarihsel açıdan temellendiriyor ve bir kenara bırakıyor, yahut bunları hiç yapmayıp körü körüne dinin bir kaidelerini kabul ediyor ve hayatını ona endekslemeye çalışıyor. Temel olarak din olgusuna bakışın  sosyolojik olarak bu iki perspektifte yoğunlaştığı kanaatindeyim. Burada dikkati çeken husus, her iki bakış açısının da din kavramın özü(esası) ile ilgilenmeyişi, dini şekli bir olgu olarak içerikten münezzeh bir şekilde değerlendirmesi. Dini tarihi bir hakikat olarak ele alıp değerlendiren görüş, dinin tarihteki rolünü sorgulamak suretiyle –hiçbir şekilde gerçeği arama kaygısı gütmeden- dini yargılamak ve yaftalamak suretiyle, içeriğiyle hiç ilgilenmeksizin onu ele alıyor.

Diğer görüş ise aynı şekilde dinin özü ile ilgilenmeksizin ve tarihsel önemini görmezden gelerek onu kabul ediyor ve ona tabi oluyor. Burada dikkat çekmek istediğim husus; her iki bakış açısının paralelliklerini vurgulamak suretiyle, onları bu türlü davranmaya zorlayan motivasyonları ortaya koymak. Dikkatli bir şekilde çevremizi bu anlamda gözlemlediğimiz vakit bu motivasyonun ne olduğunu kavramak zor olmayacaktır. Zira sosyal bir varlık olan insanın çeşitli davranma biçimlerini sosyal çevresinden edindiği bir gerçek. Bu sosyal çevre bireye çeşitli refleksler empoze eder. Empoze edilen bir refleks yetiştiğimiz çevrelere göre şekli anlamda farklılık arz etse de içerik olarak aynıdır: Mevcut hali korumak. Kişinin zevkleri ona bir yaşam biçimi kazandırır. Bu yaşam biçimi dini ögelerle bezenebilir de, bezenmeyebilir de. Kişi sosyal bir refleks olarak mevcut halini korumak ister. Mevcut hali bozulacak olursa huzurunun bozulacağını hisseder ve o hale sarılır.
Ancak insanın herhangi bir tanrıya inansın ya da inanmasının kendisine, insanlığına olan en temel borcunun aklını kullanmak olduğu kanaatindeyiz. Böyle olunca kişi gerçekten ne kadar korkarsa korksun onun peşinden gitmekten kendini alıkoymamalıdır. Aksi bir yargı insan tabiatına ihanettir. İnsanın, insanlığını reddetmesidir. Din büyük iddialarla yola çıkar. Her şeyden evvel din kitapları dile gelir ve şunu söyler:  “Evreni ben yarattım.” Bu iddia çok çarpıcı bir iddiadır. Böyle olduğundan olsa gerek ki yüzyıllar boyunca kendini hakikati bulmaya aramış binlerce filozof bu iddianın peşine düşmüştür. Ancak gelgelelim ki, bilime inandığını , aklını  ön plana aldığını  iddia eden birçok çevre , iş bu iddiaya gelince tarihsel hadiselere takılıp, onları birer dogma gibi ezberlemekten gocunmayarak, eleştirdikleri bağnaz anlayışı kendileri benimseyip bu iddiayı bir –iddia olarak- görmezden gelmektedirler. (Bu eleştirdiğimiz grup yukarıda zikredilen iki gruptan birincisidir. Bu anlamda kendilerinin, küçümsedikleri karşı gruptan kanaatimizce hiçbir farkı kalmamaktadır. Zira onlarda belli bir noktada sosyal reflekslerine uyup, hakikat yolundan sapmakta, yaşadıkları gibi inanma muhafazakarlığını göstermektedirler. Bir tarafta aklını kullanmaktan imtina eden acınası bir grup, diğer tarafta ise aklını kullandığı iddia edip daha da büyük bir hatanın içine düşmüş bir grup. Ortada inanılan ya da inanılmayan bir var, ancak bu dinin kendisi ortada yok. Gerçekten tarih şaşırtıcıdır.

Burak Sertkaya

www.kitapyukluesekler.com

 


About the Author
Author

Dini Yazilar

Comments (1)
Leave a reply

Name (required)

Website