Sevgi ve merhameti kesintisiz Allah’ın adıyla;
Surenin mesajına uygun olarak, Seneca’nın sorduğu şu soruyla başlayalım:
”Niçin doğal ihtiyacından fazla işlenmiş toprağın hasretini çekiyorsun?”
1. ’’Çokluk yarışı, sizi oyaladı.’’
Tekasür, “çoğaltma yarışı, çok gösterme çabası” demektir. Burada kınanan mal, çok para kazanmak, çoğaltmak değil; “çoğaltma tutkusu”dur. Bizi oyalayan ve bu yararsız kısır döngüye dahil eden her şey çoğaltma tutkusunun konusu olabilir.
Tekasürü aynı zamanda, Erich Fromm’un “sahip olmak olmak ya da olmak” tabiriyle de açıklığa kavuşturabiliriz. Bu mealen şunu ifade eder; herhangi bir şeye/insana sahip olduğumuzu iddia ediyorsak “olamayız” demektir. Artık o sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeylere esir olmuşuzdur çünkü. Bir eşe, bir çocuğa, bir mala sahip olduğumuzu düşünmek bir tekasürdür aslında. Yetkecilik bir tekasürdür. Aşk bir tekasürdür.
Bayraktar Bayraklı’nın da dediği gibi:
“Mal ve nüfusu çoğaltmak için yarışa girerek tüm hayatını ona feda edip o malı yerli yerinde kullanmayı, o nüfusu kaliteli yetiştirmeyi ihmal ettiniz. Çocuk doğurmayı maharet saydınız ama çocukları onurlu bir şekilde yetiştirmeyi ihmal ettiniz.”
Diğer yandan çoklukla oyalanmak, geçmiş nesillerin başarılarını ileri sürüp onları anlatarak, kendisi bir şey yapmadan oyalanmayı ifade eder. Hiçbir şey yapmadan salt tarihle övünmek gibi…
2. “Kabirlere varıncaya dek’’
Mal tutkusu öyle oyaladı ki, mezara girinceye kadar. Zaten haz, sonsuzluk ister. Sonu yoktur. İnsan bir kez kendisini kaptırdı mı, eğer kalbinde kendisini tatmin eden Allah sevgisi de yoksa, “dünyanın geçici bir zevk ve eğlenceden’’ ibaret olduğunun ve ölümün de bilincinde değilse git gide tutkunun esiri olur. Gün geçtikçe köleliği daha da artar ve onu en çok tatmin ettiğini düşündüğü hazzı artık omzunda koskocaman bir yük olmuştur. Haz, katlanarak bu kısır döngüyü büyütür. Koskocaman bir ziyan oluverir.
3. “Hayır, asla bildiğiniz gibi değil; yakında bileceksiniz.”
4. “Yine hayır, bildiğiniz gibi değil; yakında bileceksiniz.”
5. “Hayır, asla bildiğiniz gibi değil, keşke kesin bilgi ile bilseydiniz,”
6. “Mutlaka görürdünüz cehennemi.”
7. “Sonra onu gözlerinizle kesin olarak göreceksiniz.”
Cehennemi mutlaka görecek olma vurgusu, çok çarpıcı değil mi? O cehennem bu dünyada da görünür hale gelebilir. Nasıl mı? Tekasür öyle acı verir ki insana, insan şimdiki dünyada cehennemde hissedebilir kendini.
Ama bundan daha da kötüsü cehennemde gibi acı çektiğini dahi kavramayacak acizlikte o girdapa kapılmış olabilir. Ruhu haykırıyordur acıyla ama o içinin bu haykırışına dahi sağır olmuştur. Böylece tekasür mağduru kimse, hem dünyasını hem de ahiretini cehenneme çevirir, farkında olsa da olmasa da bu böyledir.
Tekasürü bir hortum gibi düşünebiliriz. Tekasüre girmiş kişi sadece kendine zarar vermekle kalmaz, beraberinde başkalarını da çekip alır ve bu kısır döngüye onları da sürükler. İnsanın kendisini bu cehenneme sürüklemesi ve hem kendini hem de beraberindekileri buna tanık etmesi akıl almaz bir zulümdür.
Mesela, çocuğu üzerinde egemenlik kuran kişi, çocuğunun hayatını da cehenneme çevirmektedir. Ya da karısı üzerinde otorite kuran bir kocaya rıza gösteren kadın da tekasüre rızasıyla dahil olmuş olur. Tekasür öyledir ki birçok zulmü beraberinde getirerek adeta toplu bir katliama sebebiyet verir.
İnsan, bu hazza üstün geldiği gün, acıya da üstün gelecektir. Hem kişinin kendisine hem de bundan etkilenen diğer insanlara verdiği acıya…
8- “Sonra o gün, nimetten kesinlikle sorguya çekileceksiniz!”
Tekasürün konusu nimettir. “Verilen nimet bizim tekasürümüz mu oldu?” Bunu sorgulamak gerek.
Tekasür, o nimeti Veren’i görmemekten, o nimetin Sahibini saymamaktan köken alır desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bu şekilde baktığımızda yani altta yatan temel soruna şahit olduğumuzda aslında şifaya da şahit olmuş oluruz. Temel sorunlardan biri nankörlüktür. Daha birçok farklı etken de olabilir tabii. Bu yazıda bu sorunu ele alalım. Peki şifa nedir o halde?
Şifa, şükürdür…
Şükretmek nimetten ziyade o nimeti Veren’e minnet duymaktır aslında. Nimetin ardında Sahibini görmek ve O’na karşı sorumluluk besleyip büyütmektir içinde. Bu sorumluluk hissinin davranışa dönüşmesidir. Kuru bir “Elhamdulillah!” değildir yani. O “Elhamdulillah!” kelimesinin hakkını vermektir. “Ben bu nimetin karşılığı Rabbime nasıl vereceğim?” telaşına düşmektir. Tatlı bir telaş tabii, sevgi ve minnetle örülmüş bir telaş…
‘’Bu Rabbimin bir lütfudur. Şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğimi sınıyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de, bilsin ki benim Rabbim Zengindir, Şereflidir.’’(Neml 40)
Ayrıca şükür bir nevi adalettir. Hakkı olana hakkını vermektir. Karşılığını vermektir. Bize verilen nimetlerin karşılığını verecek kadar çabalıyor muyuz? Hakkını veriyor muyuz bu nimetlerin, yoksa bu nimetler tekasürümüz mü olmuş? Bunu sormak gerek sık sık. Bu da içsel adaletimizin bir parçası çünkü.
Son olarak, o yargı gününe de gelince, şüphesiz ki, nimetlerin hakkını ne kadar verdiğimiz tek tek sorulacak. O gün gelip de Allah bizi sorguya çekmeden önce biz, bu dünyada verdiği nimetlerin hakkını verip vermediğimizi sorgulayalım. Tekasürlerimizi sorgulayalım…
Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.
yalınayaksokrates