Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te yani ilahi dinlerde Allah’ın yaratması, ölüm ve ahiret inancı üç önemli esastır. Ancak hem geçmişte hem de günümüzde insanlar bütün korkuların temeli olan ölümden kaçmak için farklı yollar aramışlar ve bir kısmı yanlış bir şekilde içinde “ruh göçü” gibi inançların bulunduğu Hint dinlerine (Budizm, Hinduizm, Taoizm, yeni dini hareketler vs. ) meyil etmişlerdir. Bu Hint kökenli dinler, ruhun ezeliliğini ve sonsuzdan gelen bir tekrar doğuş hareketini esas alır. Bu ise açıkça ruhun Allah tarafından yaratılması ve ölümden sonraki tek diriliş ile çelişir.
Özellikle “ruh göçü” düşüncesi, pek çok insan tarafından her ne kadar bu dinlerin en temel inancı olarak görülse de, bu dinlerin kaynağı olan kutsal kitaplara baktığımızda aslında durum öyle değildir.
“Ruh göçü” inancının bilinen tarihi çok eskilere gitmez. “Rûhun bir ahlâk yasasına bağlı olarak kemâle ulaşıncaya kadar farklı bedenlerde dünyaya gelişini” anlatan en eski yazılar Hint kutsal metinleri Upanişadlar’a (MÖ 800-400) ait olup; Vedalar gibi daha eski Hint dini metinlerinde (MÖ 1300-800) bu inanç bulunmaz.
İslâmiyet’in de içinde bulunduğu teistik dinlerde ise ölümsüzlük konusunda “Tanrı merkezli” bir yaklaşım söz konusudur. Buna göre insanı ölümsüz kılacak, rûhun mâhiyetine yönelik spekülasyonlar değil; ilim, irâde ve kudret sahibi Allah’dır. Bir kere Allah’a inanıp, kendisiyle birlikte bütün bu evreni O’nun yarattığını kabul eden, Allah’ın bütün bunları tekrar yaratabileceğine de inanır. Diğer bir deyişle inanan insan, dünya hayatının gerçekleştiğini kabul ettiği gibi âhiret âleminin gerçekleşeceğini de kabul eder.
Kurtuluş Meselesi:
Hint dinlerinde kurtuluş (mokşa) Tanrı’dan bağımsız işleyen zorunlu bir ahlâk yasası (karma) ile sağlanır. İnsanı kurtuluşa ulaştıracak Tanrı’ya iman değil, bu yasaya bağlı kendi çabasıdır. Ne insanları kurtarmak amacıyla yapılan bir kurban fikri, ne de kurtarılmayı izleyen bir düşüşün (chute) Hindu terminolojisinde yeri yoktur.
İslâm dininde ise kurtuluş ancak Allah’ın rızâsı ile, Allah’ın rızâsı da iman edip, sâlih ameller işlemekle mümkündür. Tanrı’nın yardım ve inâyeti, özellikle de “iman” olmaksızın bir kurtuluşun gerçekleşmesi mümkün değildir.
İnsana Değer Vermeyen Bir Düşünce:
Hint kozmolojisinde insanın evrende özel bir yeri yoktur. Bunun nedeni rûhun asıl, bedenin ise önemsiz kabul edilmesi ve bütün varlıkların aynı rûhu taşıdığına inanılmasıdır. Buna göre bugün insan bedenindeki ruh, yarın hayvan ya da bitki şeklinde tekrar dünyaya gelebilir. Bu bakımdan bütün varlıklar aynı canı taşımaları nedeniyle akrabadır.
Hint kozmolojisinde Tanrı ile evrenin bir kabul edilmesi, ayrıca maddî evrenin Tanrı’yı hatalı gösteren bir ayna, hayâl ve yanılsama olduğu düşüncesi (maya); bir taraftan tabiatın kutsallaştırılmasına neden olurken, diğer taraftan görünen fiziksel gerçekliğin reddine yol açmıştır. Böylelikle tanrısal vasıflara sahip gizemli, kavranılamaz, korkutucu, aynı zamanda da gerçekliği olmayan bir doğa anlayışı ortaya çıkmıştır.
Eleştiriler:
İslam bilginleri ise Hint dinlerinin temeli olan “ruh göçü” inancını mantıklı bir şekilde eleştirmiştir.
Fârâbî’ye (ö. 339/950) göre ruh ezelî olmayıp, beden ile birlikte yaratılır. Adalet ilkesi gereği beden öldükten sonra rûh lâyık olduğu vecihle ya mutluluğa ermeli ya da azap görmelidir. Ancak Hint dinlerine göre ruh sonsuzdan beri vardır, ayrıca girdiği her yeni bedende de geçmişi unutur. İnsan ise bilmediği bir geçmişten sorumlu olamayacağı için, Hint dinlerine göre adalet ilkesi de işlememiş olur.
İbn Sînâ’ya (ö. 428/1037) göre de ruhun bedenden önce varlığı söz konusu değildir. Bir bedende şuurlu tek bir nefis vardır. Ruh göçü kabul edilecek olursa, biri dışarıdan gelen öteki zaten kendisinde olan iki rûhun aynı bedende bulunması gerekecektir. Bu ise problemlidir, çünkü bir canlıda iki farklı şûur bulunmaz.
Bu ikisinin dışında başka bir konu da, ruh göçü kabul edilirse, ruhun gireceği bedeni tayin etmesi meselesidir. Ruh, tekrar gireceği bedeni nasıl bilecektir? Çünkü Hint düşüncesine göre ruh, yeni bedene geçince, geçmiş zaman hatıra ve bilgisini hatırlayamayacağı için ve bu dinlerde insanın kaderini belirleyen bilinçli bir tanrı anlayışı bulunmadığı için, ruhun bilinçli bir şekilde yeni bedeni için seçim yapması mümkün değildir. Kısaca ruh göçü düşüncesi mantıken yanlıştır.
Kötülük problemi:
Hint dinleri kötülük problemini de açıklamaz. Zira karma doktrini toplumdaki farklılıkların kaynağını, ilk olarak nasıl ortaya çıktığını açıklayamamaktadır. İddia edildiği gibi her varlığın kaderi kendisinden önceki varoluş formlarında belirleniyorsa, ilk varlık formu neye göre ve nasıl belirlenmiştir? Ayrıca şu anda değişik statü ve formlarda bulunan varlıklar başlangıçta eşit durumda mıydılar? Dolayısıyla, evren ve onun işleyişine yön veren karmanın ezelî kabul edildiği bir anlayış ile bu sorulara cevap verebilmek mümkün değildir.
Hatırlama ve Pişmanlık:
Reenkarnasyon, Kur’an’ın “hatırlama” ve “pişmanlık” kavramlarıyla da çelişir. Hint düşüncesinde “Karma” gereği insan şu anki hayatında acı ve ıstırap çekiyor ise buna geçmiş varoluşundaki hangi amellerinden ötürü mâruz kaldığının idrâkinde değildir. Halbuki Kur’an, insanların tekrar diriltildiklerinde mâruz kalacakları cezânın sebebini mutlaka hatırlayacaklarını ve yaptıklarından derin bir pişmanlık duyacaklarını belirtir
Kur’an bugünkü yaşayanların geçmiştekilerin farklı tezâhürü olduğu, bu nedenle çekilen sıkıntı ve cefâların geçmiş varoluşlardan kaynaklandığı iddiasındaki “karmik bağları” da reddetmektedir.
“Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” (Bakara 134)
Ayetle de açıkça ifade edildiği gibi, Kur’an’da geçmişte yaşamış, o gün yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan insanlar hem bireysel hem de hukukî sorumluluk açısından birbirlerinden kesin bir şekilde ayrılmıştır.
Allah’a Şirk Koşma:
Görüldüğü gibi, ortada tenâsüh probleminden çok daha vahim bir “şirk” problemi vardır. Allah’ı “mutlak” kabul ederek âlemden uzak tutan bir anlayış, ölümsüzlüğe çâreyi “ruh”ta bulmuş; diğer taraftan açığa çıkan tanrısal boşluk da mutavassıt, yarı-tanrı kudretlerle doldurmuştur. Böyle bir yaklaşım her şeyden önce, İslâm’ın başından beri karşı çıktığı paganizm, evliyâ kültü, kehânet, sihir, medyumluk, melek, cin ya da ruhlara tapınma gibi birçok şirk unsurunu içinde barındıran okültizme kapı aralayacaktır.
Zaten Hint dinlerinde insanların kaderini etkileyen bir Tanrı inancı olmadığı için, bu inançlara sahip insanlar yogilerden, avatarlardan, kutsal kişilerden, rahiplerden, kutsal dağ gibi doğa unsurlarından yardım ve merhamet dilerler.
Günümüzde bu tür bir şirkin en popüler örneği Tibet Budizmi lideri Dalai Lama’dır. Tibet Budistleri, inançları gereği Dalai Lama’dan yardım ve merhamet diler. İsteklerinin olması için onun bulunduğu yeri sık sık ziyaret eder. Çünkü onlar bu kişiyi Avalokitesvera’nın yani merhamet tanrısının bedenlenmiş hali olarak görürler.
Ayrıca mutlak bir varlık olarak bütün isim ve sıfatlarını yitiren, hiçbir şeye faydası dokunamayacak hale getirilen pasif bir tanrı anlayışı ile İslâm dininin, her an iş ve oluşta, her an yaratan, sadece kendisine ibadet edilip sadece kendisinden yardım dilenen, göklerin ve yerin ilk yaratılışı yaptığı gibi onların varlıklarının devamlılığını da sağlayan Allah inancını uzlaştırmak mümkün değildir.
Kısaca hem dini hem de mantiki açıdan Hint düşüncesindeki ruh göçü ve reenkarnasyon gibi inançlar ne şekilde olursa olsun İslam inancına aykırıdır. Ahiret inancı ve Allah’ın mutlaklığını reddeden bu dinler aynı zamanda şirke de yol açmaktadır.
Özellikle büyük şehirlerde bu inançları yaymaya çalışan, çekici isimler altında açılan yoga, kişisel gelişim ve felsefe merkezleri vardır. Bu yerlere karşı dikkatli olmalı, bu yerlere gitmeden önce dikkatlice araştırmalı ve çevremizdeki insanları da uyarmalıyız. Yoksa yoga yapayım derken, Allah’a şirk koşan cümleleri söylemiş olabiliriz.
Allah bizi Kuran’ın yolundan ayrılmayan ve daima O’nun rızasını kazanmak isteyen kullardan eylesin.