Tanrı’nın İki Dili

Tanrı’nın İki Dili

İnsanı diğer memelilerden ayıran en temel biyolojik özellik beynimizin, adına “korteks” dedikleri kabuk kısmı… Hele hele bu bölümün yaklaşık %40’ını oluşturan ön beyin bölgesi, bizi hayvanlardan ayıran davranış farklılıklarımızı belirleyen en temel kısım. Burası ne kadar gelişkinse, o denli “insan” oluyorsunuz. En zeki memeli hayvanlardan olan maymunlar ve yunuslarda yaklaşık %15 olan bu kısmın, insanda %40 oranında yer kaplamasının anlamını siz düşünün.

Kafasının içinde “korteksi” , “ön beyin bölgesini” falan barındırıp da kullanmaya üşenen, sadece “limbik” ve “sürüngen beyin” kısımlarıyla idare eden türdeşlerimiz pek çok malûm!

Ne kadar kullanabildiğimiz, ne ara devreye aldığımız ayrı konu. Bende de “frontal lob” 7/24 mesai yapmıyor elbet ama en azından kafamın içindeki varlığından haberdar olduğunu söyleyebilirim!

Beyni geliştirmenin pek çok yolu var. İşin uzmanları, dil öğrenme eyleminin yararlarından söz ediyor mesela. Bunamadan bile koruyan bir beyin jimnastiğiymiş “dil öğrenme”.

Nereden çıktı şimdi beyin dersleri demeyin, zira bu yazının konusu ne beyin ne de dil öğrenmenin faziletleri!

Dil, iletişimde önemli bir araç elbet! Ayrı dilleri konuşanlar, isterlerse gayet güzel anlaşabildikleri gibi, aynı dili konuşanların, birbirinden bağımsız diller konuşurcasına anlaşamadıklarına şahit oluruz zaman zaman. İster işaret diliyle anlaşın, ister konuşarak… İstedikten sonra, herkesle iletişim kurabilirsiniz. Bunun için önce niyet ve istek sonra da çaba yeterli.
Şimdi bir tık geriye gidip, dürbünün arkasıyla bakacağım şu dil meselesine. Sadece insanlar arası iletişimde mi lâzım dil? Hayvanlarla, bitkilerle, doğayla, evrenle iletişim kurabilmek için de, onların dilinden anlamak gerek. Bilim yapmanın temel amacı da bu değil mi zaten! İnsanoğlu bilim yaparak, her ne kadar anlayabildiği sınırlı da olsa, evrenin dilini çözmek için ömürler harcıyor. Harcamak da zorunda zira hem insanı, hem evreni, hem de Yaradan’ı daha iyi anlamaya götüren süreç, o dili anlamaktan geçiyor.

Bana kalırsa bilim; “sünnetullahı” anlama gayretidir. Yani Yaradan’ın insana ve evrene koyduğu yasaları, adına “kader” dediğimiz “yaratılış ölçülerini” anlama uğraşıdır bilim. Matematiğin, fiziğin, biyolojinin, jeolojinin ve diğer bilim dallarının prensiplerini anlamaya çabalamak, aslında Yaradan’ın dilini çözmeye çalışmanın en temel yollarından biridir. O dili, bilim yaparak, aklını işleterek çözmeye çalışan; evrenin ve doğanın kanunlarına yenilmemek için tedbir alma gayretinde olan tek canlı da insandır.

Son zamanlarda yaşadığımız depremlerle, o yasaların insanlar eliyle çiğnenmeye çalışılmasının bedellerini nasıl ödediğimizi gördük, görüyoruz. Ne diyor bilim insanlarımız; “Ovalara, tarım arazilerine bina yaparsanız, o bina yıkılır! Binanız kayalık zeminde ve de uluslararası bilimsel standartlara göre inşa edilmişse, depremden korkmayın!” Bilim yasayı çözmüş, uyarıyor.

Doğa kendine “söyleneni” yapar! Biçer geçer, yoluna devam eder! Siz doğayı katlettiğinizi düşünürsünüz ama günün sonun da bir bakmışsınız, o sizi “katletmiş”!

Bilimin dediğine muhalefet ederseniz, aklı işletmemiş olursunuz. Zira akıl, bilimle işler. Akıl işlemezse, başımıza gelenlerin sorumluluğunu ya başkalarına yükleriz, ya da “kader” böyleymiş der, Allah’a yüklemeye kalkarız ki o da biraz ayıp olur! “Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağdırırım” (Yunus 100) “başınıza gelenler elinizin ürünüdür” (Şûrâ30) diye bas bas bağıran bir kitaba iman ettiğini söyleyenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, tedbirsizlik sonucu gelen her felaketi “kader, fıtrat, sınav” gibi kavramlarla açıklamaya kalkmak, olsa olsa Allah’a da, kitabında yazdıklarına da küfürdür! Bu arada küfrü de yanlış bildiğimiz için belirteyim. Küfür; bir şeyin üzerini örtmek demektir.
Tedbir alanlar kesinlikle doğal afetlerde ölmez demek değil kastım elbet. Bizim bir şeye “sınav, Allah’ın takdiri” vs diyebilmemiz için, öncesinde tedbirin alınmış olmasının gerektiği vurgulamak istediğim. Siz alkollü araba kullanıp kaza yaparsanız, bunun sorumlusu kim, onu düşünün. Arada hiç fark yok!

Dedik ya, bilim yapmak, “sünnetullahı anlama” gayreti diye… Bakın o bilim ne diyor: Anadolu’muz, bu kadar verimli topraklara sahip olmasını depremlere borçlu. Depremlerle yeraltındaki mineraller açığa çıkar, ısıyla tepkimeye girer ve o bereketli topraklar meydana gelir. Mümbit topraklar, zengin mineralli sular, madenler hep o korktuğumuz depremler eliyle oluşuyor… “Diline” kulak vermediğimizden dolayı, bizim için sadece bir korku unsuru olan depremin aslında insanlara nasıl bir lütuf olduğunu anlıyor musunuz?

Bilim; Yaratıcının adeta “aleti edevatıdır” diyorum ben. Şimdi bazılarının şöyle dediğini duyar gibiyim: Yaratıcının alete edevata ihtiyacı mı var? Ben de diyeceğim ki; yok tabi ki… Onun değil, bizim onu ve yasalarını anlamamız için o alete edevata ihtiyacımız var. Aksi halde bilimin verileriyle çalışan aklı ikna etmek nasıl mümkün olabilirdi? İkna olmayan bir akıl, tatmin olmuş bir gönlü nasıl inşa edebilir? Gönlü tatmin olmayanın, “şehadeti” dil alışkanlığından öteye geçer mi? Doğadaki ayetlere bakmayan, insanı kıyafetinden öte göremeyen, kitabını zaten okumayan biri, bin kere Kelime-i Şehadet getirse de, neye şahitlik edebilir?

İşte “şahit olabilmenin” yoludur o “alet edevat” dediğim! Kâinatı bir kadere yani ölçüye ve hesaba göre yaratmış olmasından dolayıdır ki; bize, “Yeryüzünü dolaşın da yaratılışın nasıl başladığına bir bakın” (Ankebût 20) der. “Aklınızı işletin” (Zümer 9, En’âm 32, Casiye 5 ) der! Bu biir!
Ha Yaradan’ın bir dili daha var. O dili “konuşabilmek”, aslında sadece Yaradan’ı değil, tüm yaratılmışları da anlamanın temel yoludur… Birbirimizi yemeye harcadığımız çabanın onda birini, bu dili öğrenmeye harcasaydık, dünyada da cenneti kurmuş olurduk, öte âleme gitmeden önce. Zaten bu âlemi cennete çevirmeyenlerin, öte âlemde cennet beklemeye hakları olduğunu hiç sanmıyorum, tabi îman edenlere sözüm.

Yaradan’ın o dili nedir derseniz; bir çocuğun gözünden okunabilen, minnacık bir kuşun kanat çırpışında hissedilen, rengârenk bir gülün yaprakları arasına gizlenmiş, denizlerin, dağların muhteşemliğinde kendisine hayran bırakan, konuşmadan anlaşılabilen, tarif edilemeyen, sadece hissedilen… Doğuştan getirdiğimiz, hücrelerimize yazılı olan, sevginin dildir o. Yaratıcının insana, hayvana, bitkiye, tüm kâinata attığı imzasıdır adeta.

Sevgi dilini öğrenebilenler, konuşmadan anlaşır, bakmadan görür, işitmeden duyarlar; gözleri olup göremeyen, kulakları olup işitemeyenlerin aksine…

Bu iki dili anlama gayreti, insanın en önemli varlık nedenidir bana kalırsa. İlkini öğrenmek, ikincisini besleyip büyütür. O dillere gözünü kulağını aklını ve yüreğini kapatanlarsa, iki cihanda kaybetmeye mahkûmdurlar.
Kendinize bir iyilik yapmak istiyorsanız, sakın bilime sırtınızı dönmeyin. Dönmeyin ki; insandaki ve evrendeki “parmak izlerini” görebilesiniz. İşte o zaman ruhunuza atılan o büyük imzaya şahitlik edebilirsiniz…

Meltem Kaynaş Kazezyılmaz

Not: Kuran ayetlerinin meali, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ten alınmıştır.


About the Author
Author

Meltemce

Leave a reply

Name (required)

Website