TARİHİN FITRATI
Haydar Öztürk
Kur’an bütün insanlığa hitaben indirilmiş ilahi bir mesajdır. Bu mesaj hayatın bütün alanlarına dair sahih bir algı oluşturabilmek için temel ilke ve prensipleri içerir. Dolayısıyla tarih algımızı şekillendirecek en önemli kaynak Kur’an olmalıdır. Ancak Kur’an’ın dinamik tarih ve evren görüşüyle gelenekten tevarüs ettiğimiz uyuşukluktan, ezberden, kuşatılmışlıktan kurtulabiliriz.
Dünyayı ve içindekileri yaratan Allah’tır. İnsan da dünyada yaratılan varlıklardan biridir. Bütün varlığın kontrolü Allah’ın kudret elindedir. Bütünü kontrol eden ve insanı bir “fıtrat” üzere yaratan Allah’ı tarihe müdahil kabul etmeden, tarihsel sürecin işleyişini anlamak mümkün değildir.
Kur’an, tarihi Allah’tan kopuk bir süreç olarak görmez. Tarih, Kur’an’da Allah’a izafe edilerek “Allah’ın Günleri” (Eyyamullah) kavramıyla ifade edilir. Tarihin bir ucunda Allah diğer ucunda ise insan vardır. İnsanın yorumladığı tarih alanı, hemcinsinin tarihsel eylemlerinden oluşması bakımından antropolojiktir. Allah’ın mahlûku yani ilke ve yasaları (fıtratı) Allah tarafından belirlenmiş ve her an O’nun müdahalesine maruz kalıyor olması cihetinden teolojiktir. Buna göre tarih, ilahi ve beşeri yönleri olan bütünsel bir süreçtir.
İnsanın yüklendiği emaneti anlamlı kılan, onu tarih karşısında sorumlu, olumlu ve olumsuz güçlerle donatılmış olmasının sonucudur. Fert veya toplumun ruhî durumu, ahlakiliği, hayata bakışı, insanlar arasındaki ilişkilerin şekli, Allah ve varlık karşısında takındığı tavır ve konumu bir medeniyetin veya toplumun tarihi seyrini etkileyen en önemli faktörlerdir.
Kur’an, insanları Allah’a imanla gerçekleştirilebilecek ahlaki esaslara, ölçüyü, tartıyı tam yapmaya, aldatmamaya, faiz, zina, fuhuş, içki, kumar, haksız yere adam öldürme, gasp ve hırsızlık gibi eylemlerden uzak durmaya çağırır ve bu esasları göz ardı eden toplumların kötü akibetlerini sürekli hatırlatır.
Kur’an’da insanlık tarihiyle ilgili ayetlere baktığımızda insanlığın şu aşamalardan geçtiğini görüyoruz.
1- Bütün insanlık önce bir erkek (Adem) ve bir dişiden üremiştir (Nisa 4:1; Hucurat 49:13).
2- İlk dönemler etnik ve inanç açısından homojen bir toplum (tek bir ümmet) halinde yaşayan insanlar (Bakara 2:213; Yunus 10:19) sayıca çoğaldıkça doğal olarak çeşitli gruplara ayrılmışlardır (Rum 30:22; Hucurat 49:13).
3- Çeşitli fırkalara ayrılan insanlar gerek toplumsal gerek kişisel ölçekte birbirine üstün kılınmıştır (En’am 6:165; Zuhruf 43:32).
4- Tarih boyunca çeşitli sebeplerden dolayı tarih/dünya sahnesinden çekilen toplumların yerine başka toplumlar gelmiştir (En’am 6:6; A‘râf 7:34, 69; Yûnus 10:13-14, 49; Hicr 15:4-5; Tâhâ 20:128; Neml, 27:62; Fâtır 35:39; Sâd 38:26; Meâric 70:40-41).
Kur’an, tarihin oluşum seyrini sınıfsal, ekonomik veya ulus vb. temelli ele almaz. Kur’an’a göre tarihin akış seyri akide temellidir. Tevhit ve şirk ekseninde gerçekleşir. Geniş anlamıyla tarih, Allah’ın iradesini hayatın bütün alanlarında geçerli kılmaya çalışan topluluklarla, Allah’ın iradesini hayatın bütününde veya bir kısmında gerçekleştirilmesini istemeyen toplumlar arasındaki mücadele alanıdır. Kur’an’a göre insanların ya da toplumların ekonomik, ulusal ya da sınıfsal duruşları onların bu iki eksenden (tevhit-şirk) birini tercih etmeleriyle alakalıdır. Ya da onların Allah ile kendileri arasındaki ilişkileri nasıl belirleyecekleri konusundaki kararlarıyla irtibatlıdır.
Kur’an’ın tarih algısında “eleştirellik” önemli bir yer tutar. Kur’an, tarihi ya da tarihin belli bir dönemini bütün olarak ne meşrulaştırır, ne de kutsar. Tarih eleştirilmek ve geleceğe yönelik dersler çıkarmak için gözler önüne serilir. Bu eleştirisini tevhit, hakikat ve ilke temelinde gerçekleştirir.
Her şeye fıtratını veren Allah, tarihe de bir fıtrat koymuştur. Bunlar: Gayelilik, yasalılık, ahlakilik/iradilik, evrensellik, tekâmül ve döngüsellik.
Gayelilik
Kâinatın varoluşunun ve içinde oluşan olayların sıradüzeni ve tabi olduğu kanunluluğun bir plana, bir programa dolayısıyla bir gayeye göre var olması demektir.
Kur’an’a göre Allah gökleri yeri ve ikisi arasındakileri gayesiz yaratmamış (Duhan 44:38-39), hak ve hikmete uygun olarak (Rum30: 8), güzel bir şekilde (Enbiya 21:16, Teğabün 64:3), kimin daha güzel işler yapacağını sınamak için (Hud 11:7, Kehf 18:7, Mülk 67:2) yaratmıştır. Allah insanı bu sınavı verebilecek akıl, irade ve vicdan gibi özelliklerle donanımlı olarak yaratmıştır.
Kur’an insanın yeryüzünde belli bir düzene ve amaca bağlı olarak yaşadığını belirtir (Mülk 67:1-2; Zâriyât 51:54); barışı egemen kılmayı hedeflediği için kötülük ve düşmanlıkta değil de iyilik ve güzellikler üzerinde yardımlaşmayı emreder (Maide 5:2). Kur’an’a göre dünya gayeliliğin hakim olduğu bir hikmet diyarı ve tüm güzelliklerin yayılması ve yaşatılması mümkün olan bir yerdir. Aksi takdirde Kur’an’ın insanlardan dünyada ve ahirette güzellik istemelerini dualarına katmalarının (Bakara 2:201) bir anlamı kalmazdı.
Garaudy’ye göre Batıdaki akıl pozitivist bir akıldır ve bu akıl gayeler problemiyle uğraşmaz; sadece vasıtalarla uğraşır. Niçin sorusu yerine nasıl sorusu sorulur. Bu bakımdan ona göre Batının problemi öncelikle gayeler ve değerler problemidir. Anlam ve gayeler üzerinde düşünmeyi reddetmek insanı ilahi boyutundan koparmıştır.
Her şeyi anlamlı, gayeli ve hikmetli yaratan Allah, tarihe de bir anlam, gaye ve hedef koymuştur. Tarihe hikmet cihetinden baktığımızda, tarihin gayeli, düzenli ve yasalı bir karakterde olduğunu görürüz.
Yasalılık
Kur’an toplumların çöküşleriyle ilgili şu sebep-sonuç (yasalılık) aşamalardan bahseder: 1. Dalâletin artması, 2. Amellerin süslenmesi, 3. Allah’ın ayetlerini inkâr edenleri yavaş yavaş helake sürüklemesi, 4. Mühlet tanıma, 5. Düşmana yenilme, 6. Felâketlerle yüz yüze gelme, 7. Zengin seçkinlerin şımarması ve 8. Çöküş.
Kur’an, sünnetullah ile ilgili ayetler çerçevesinde belirli bir tarihsel sürece göre toplumların yükseliş, düşüş ve çöküşlerini yönlendiren ortak kuralların olduğunu belirtmektedir. Toplumsal yaşama biçimleri, medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışı gibi olgular sünnet kavramı içerisinde değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Kur’an tarihi sürece yayılmış, tarihsel ve toplumsal değişmeyi yönlendiren ilişkiler bütününü sünnetullah ifadesi ile kavramlaştırmaktadır. Bu kavram tarih içerisinde insanın başıboş bırakılmadığını ve her davranışının bir değişimle sonuçlandığını vurgulamaktadır. Takdir ve insanın hürriyeti gibi konular da dikkate alındığında yasalar çerçevesinde tanımlanmış tarih, kötünün karşısında iyiden, yanlışın karşısında doğrudan yana olan seçmeci bir özellik taşımaktadır (Bakara 2:153; Maide 5:13,93; Tevbe 9:47).
Kur’an baştan sona geçmiş toplumların başlarından geçen hadiselerin anlatıldığı bir tarih kitabı olmamakla birlikte, olayları, durumları ve şartları bilinçli ve bilimsel bir şekilde ele alıp inceleyebilmek ve sosyal olayların nasıl meydana geldiğini tespit edebilmek için yeterli olacak kadar tarihsel kıssalara yer verir. Bu kıssalar, okuyana tarihin kendine özgü yasaları olduğunu açık bir şekilde anlatmaktadır. Bu yasalar, tarihi, sosyal ve psikolojik bütün hareketlere hükmeden yasalar olarak, toplumların gelişme ve çöküşlerini belirler. Bu yasalara uyma toplumların önüne her türlü gelişmenin yollarını açarken, bu yasalardan gaflet hali de her türlü çöküşün ve geri kalmanın sebebi olarak ortaya konur. Bu yasalar mümin veya inkârcı bütün insanlığı kapsamaktadır. Böyle olduğu için Kur’an insanlık tarihini incelememizi istemektedir: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, akledecek kalpleri (:zihinleri), işitecek kulakları olsun! Doğrusu, gözler kör olmaz, ancak başlardaki kalpler (:düşünce merkezi) kör olur.” (Hac 22:46)
Allah tarihe ibret nazarıyla bakılmasını istiyor: “Ey akıl sahipleri ibret alın.” (Haşr 59:2). Ayette kullanılan “i’tibar” lafzı, tarihin yasalı yapısına ve dolayısıyla sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde geçmişi iyi okumaya işaret etmektedir. Aksi takdirde her şeyin tesadüfen ve yasasız meydana geldiği yerde ibret gözüyle tarihe bakma emri anlamsız olurdu.
Kur’an çok açık bir biçimde helak olan toplumların “Sünnetullah” gereği helak olduklarını bildirmekte ve inananlardan bu toplumların durumlarını araştırmalarını ve onların helak olmalarına sebep olan durumlara düşmemelerini istemektedir:
“Yeryüzünde büyüklük tasladılar ve kötülüğü tasarlayıp düzenlediler. Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır. Artık onlar öncekilerin sünnetinden (:yasasından) başkasını mı gözlüyorlar? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişim bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı, oysa onlar kendilerinden daha güçlüydüler! Allah’ı göklerde ve yerde aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Çünkü O, bilendir, güç yetirendir.” (Fatır 35:43-44) Buna göre Allah’ın tarihsel sürecin işleyişine dair koymuş olduğu objektif yasalar vardır. Seçilmiş ve özel kullar düşüncesini reddeden Kur’an’a göre helak sebepleri gerçekleştiğinde, Allah yasası gereği, toplumları helak etmektedir. Öyleyse insanların söz konusu ilahi yasalar gereğince amel etmeleri zaruridir.
Ahlakilik/İradilik
Kur’an, tarihi ahlaki ve iradi bir süreç olarak sunar. Kur’an insanlık tarihini geçmişi, bugünü ve geleceğiyle bir bütün halinde insanın faaliyet alanı olarak görür. Toplum kültürü, değer yargıları, dili, bilgisi, teknolojik, sosyo-ekonomik, siyasi ve diğer yönleriyle tarihsel bir olgudur. Tarihin yasalı olmasından söz edilmesi, insan iradesini dışlamaz. Yasların varlığı, mutlak bir “fatalizm”i gerektirmez. İlahi kanunların işlemesi için gerekli ortamı ancak insanlar oluşturabilir veya ortadan kaldırabilir. Kanunları koymak ve sonucu yaratmak Allah tarafından; o kanunları işletmek ise insanlar tarafındandır. Kur’an’da toplumların yükseliş ve çöküş sebeplerinin ahlaki ve dini bir karakter arz etmesi tarihin işleyişindeki insani boyutu gösterir.
Kur’an’a göre bireysel ve toplumsal yok oluşta temel unsur, dini ve ahlaki temele dayalı sebeplerdir. Bunlar içerisinde peygamberleri yalanlama, şirk, zulüm, hakka karşı inatlaşmak, günahlara dalmak, kibir, fesat, fısk, şımarıklık, cinsel sapıklıklar, israf, sefahat, cihadı terk etmek gibi dini-ahlaki temelli sebepler sayılabilir. Toplumsal çöküşün nedenleri olarak sayılan itikadi, siyasi ve sosyoekonomik sebepler temelde dini-ahlaki bir durumdur.
Kur’an’da helakler anlatılırken maddi unsurların üstünlük ve kalıcılık sebebi olamayacağı açık bir şekilde ortaya konur. “Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri (mütref): Biz, size gönderilen olan şeyi inkâr ediyoruz, demişlerdir. Ve dediler ki: Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz.” (Sebe 34:34-35). Kur’an’ın “mütref” dediği kimselerin hakikate karşı olan bu duruşları, öncelikle hayatta değerli olan tek şeyin maddi kazanç sağlamak olduğu; ikinci olarak da, maddi anlamda başarılı bir hayatın kişinin doğru yolda olduğunun bizzat kanıtı olduğu şeklindeki anlayışı yansıtır.
Kur’an, toplumsal veya ekonomik değişikliğin altında yatan temel etkenin insan iradesi olduğuna vurgu yapar. İnsanın, rüzgarın sağa sola savurduğu bir yaprak gibi âciz ve gayesiz, dolaysıyla toplulukların da determinist bir baskının tesiri altında iradesiz olmadıkları ayetlerden anlaşılmaktadır. Kur’an mesajı dikkate alındığında toplumların mutlu bir yaşama mı yoksa acı bir felâkete mi doğru gittiklerini, onların eylemlerinden çıkartmak mümkündür.
Kur’an, sadece bireylerin eylemlerinin nereye çıktığını söyleyerek toplumlar için bir nevi erken uyarı sistemi veya yol rehberliği görevi üstlenmektedir. “…Bir toplum (kavim) kendisini değiştirmediği müddetçe Allah onları değiştirmez…” (Ra’d 13:11) ayetinde “değişme” insanların iradesine ve eylemine dayandırılmış ve bu değişimin, toplum kendisini değiştirmediği müddetçe kesinlikle meydana gelmeyeceği vurgulanmıştır.
Evrensellik
Kur’an’ın tarihe insanlık ailesinin tarihi olarak bakmamızı ister. Kur’an, tarihi ilk insan Adem ile kıyamet arasında geçecek bütünsel bir süreç olarak görür ve herhangi bir etnik temele dayalı olarak tarihi parçalamaz.
Kur’an, tarihi belli bir başlangıçtan belli bir sona doğru akan bütünsel bir süreç olarak görür. “İslam” terimini bu sürecin ve bu sürece eşlik eden mücadelenin temel belirleyeni olarak tespit etmektedir. Bu bütüncül bir tarih yorumudur ve herhangi bir etnik temele dayalı olarak tarihi parçalamayı reddeder. Bundan dolaydır ki, evrensel tarih yazma geleneğini başlatanlar Müslümanlar olmuştur. Onlar tarihi yaratılışla beraber başlatmışlar, kendi zamanlarına kadar tarihsel süreci incelemişlerdir. Daha önce tarih ya ulusaldı ya da dar bir çerçevede kalmıştı. Parçacı tarih anlayışı kendini hem geçmiş tarihi yorumlamada hem de gelecek tasarımında göstermektedir. Tarihi İbrahim’le başlatan Yahudilerin ve İsa ile başlatan Hıristiyanların tarih anlayışlarında tarihe başlangıç yaptıkları olayın hazırlık aşamasına indirgenmektedir.
Kur’an’a göre bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin ortak adı İslam ve mesajlarının özü de tevhittir. Kur’an, tarihi sadece Hz. Muhammed sonrası ile sınırlamaz; aksine Hz. Peygamber öncesi dönem Kur’an’da daha fazla yer tutar. İslam ilk insan Adem’den itibaren tüm insanlık tarihine izah getiren evrensel bir tarih anlayışı öngörmektedir. Taberi ise bu konuda çağdaşlarından çok daha ileri gitmiş ve dünya tarihi çalışmalarına büyük bir ivme kazandırmıştır.
Tekâmül
Tarih insanlığın tekâmül sürecidir. Kur’an’a göre bir başlangıcı ve sonu olan tarihsel süreç içerisinde insanlık, kendini tanır ve kendini gerçekleştirmenin mücadelesini verir. Bu mücadele sürecinde insanlık kendi başına bırakılmaz; peygamberler ve ilahi vahiylerle desteklenir. Peygamberler söz konusu tekâmülün ana taşıyıcılarıdır. Peygamberler tarihini, insanlığın tekâmül tarihi olarak okumak mümkündür.
Toplumların helak şekillerinde de, olağanüstü yok oluşlardan daha anlaşılır helak biçimlerine doğru, bir tekâmül sürecinin yaşandığı söylenebilir. Kur’an üç helak şeklinden söz etmektedir. “De ki: Size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap gönderme ya da sizi birbirinize düşürüp paramparça bir toplum haline getirme gücü yalnızca O’nundur.” (Enam 6:65). Üstünüzden azap yıldırım düşmek, taş yağmak, tufan gibi semavi afetler; ayaklara altından azap da zelzele, yerin göçmesi, su ve ateş çıkmak gibi arzi afetler olarak anlaşılması daha doğrudur.
Kur’an’da semavi ve arzi bela ile yok edilen toplumlardan söz edilmektedir. Semavi helak içerisinde taş yağması şeklinde gerçekleşen olayla Lut kavmi ve Ashab-ı Fil, ses ile Şuayb kavmi, rüzgâr ile Âd kavmi, yıldırım cezası ile Ad, Semud, ve İsrailoğulları helak olmuştur.
Arzi helak içerisinde suda boğulma (tufan) ile Nuh kavmi, Firavun ve tüm askerleri helak edilmiştir. Yere batma, deprem (Hasf, Racfe) şeklindeki helak ile Karun helak edilmiştir. Semud kavmi, Şuayb kavmi, Meyden halkının helak edilişleri için “recfe” kelimesi kullanılmıştır. Lut kavminin, Pompei halkının ve Nemrut’un yok edilmesinde de korkunç bir depremin meydana geldiği biliniyor.
Kur’an şir’a ve minhac terimleriyle müminlerden tarihi bir tekâmül süreci olarak görmelerini ve geleceği iyiye kodlamalarını istemektedir. Kur’an’da tarihsel süreç içerisinde gerçekleşmiş farklı “şir’a” ve “minhac” lardan söz edilmesi, toplumsal değişim ve gelişimin yani tekâmül yasasının yansımasından ibarettir.
“…Sizden her biriniz için bir şeriat (şir’a) ve (onu) uygulama yöntemleri (minhac) belirledik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek bir topluluk yapardı; fakat size emanet ettikleriyle sizi sınamak için (öyle yapmadı): O halde hayırlarda birbirinizle yarışın…” (Maide 5:48).
İnsanlık tarihinde bir tekâmül söz konusu olduğuna göre sonra gelen şeriatın ve kitabın daha mütekâmil ve daha kapsamlı olması gerekir, tarihi gerçek de böyledir. İlahi irade bütün insanları tek tip bir millet olarak çıkarmak yerine, bir tekâmül serisini tamamlayacak şekilde farklı milletler olarak var etmiştir.
Döngüsellik
Kur’an kıssaları incelendiğinde, zikzaklar şeklinde ilerleyen döngüsel bir tarih anlayışı sunduğu görülmektedir. Allah’a kulluk yapması için yaratılan insanoğlu (Zariyat 51:56) bu sorumluluğunu unutup yaratanına sırt çevirdiği zaman aşağıların en aşağısına (esfelussafilin) (Tin 95:5) doğru yol almıştır. Allah, böylece kendilerine yaratılış amaçlarını hatırlatmak amacıyla peygamberler göndermiş, O’na inanmayanlar helak edilmiş, inananlar ise erdemli bir toplumu oluşturmuşlardır. Bu erdemli toplum zamanla bir önceki toplumun akıbetini yaşamış, bu durum benzer şekilde sürüp gitmiştir. Kur’an bu durumu sünnetullah yani Allah’ın değişmez yasası olarak ifade etmektedir. Kur’an peygamber kıssalarını anlatırken birbirinden kopuk şekilde değil, birbirlerinin devamı şeklinde ele almıştır. Bu durum tarihçileri de etkilemiş ve tarihi bir oluş ve bozuluş (kevn ve fesat) süreci olarak anlatmalarını sağlamıştır.
Kur’an; kıssalar üzerinden tarihi, birbirine geçen halkalardan oluşan bir örüntü olarak kabul etmektedir. O, tarihin dün cereyan eden, hadise adacıklarından oluşan bir yapıdan farklı olduğu anlatmaktadır. Kur’an’ın kıssalarla ilgili pek çok ayetinde “tedebbür etmez misiniz”, “düşünmez misiniz”, “akıl etmez misiniz” gibi ikazların varlığı Kur’an’ın tarihsel bilgileri geçmişte cereyan eden hadiselerden ibaret görmediğini ortaya koymaktadır. Bu durum İslam tarihçilerini de etkilemiştir. İslam tarihçileri özellikle hicri üçüncü asırdan sonra kendini göstermeye başlayan “genel tarih yazıcılığı formu” bu devasa örüntüye bir insanlık tarihi şeklinde bakmış, eserlerini insanın varlık âlemine dahil olmasıyla başlatmışlardır. Dolayısıyla onlara göre tarih aslında bir peygamberler ve insanlık, hatta varlık tarihidir. İçinde yaşadığımız çağ da Hz. Muhammed ümmetinin “uçlara savrulmayan ümmet” (ümmeten vasatan) olarak ortaya çıkıp etkili olmaya başladığı tarihi ifade etmektedir.
“Size bir yara dokunmuşsa, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştur. Allah’ın iman edenleri bilmesi ve sizden şahitler edinmesi için o günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran 3:140) Ayetteki “o günleri insanlar arasında döndürür dururuz” ifadesi tarihin döngüsellik içerinde cereyen ettiğini ifade etmektedir.
“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (Nahl 16:36)
“Andolsun, İsrailoğullarından sağlam söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Fakat her ne zaman bir Peygamber, onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir hükmü getirdiyse; onlardan bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” Maide 5:70)
“Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete kendi peygamberi geldikçe, onu yalanladı. Biz de onları birbiri ardından helâk ettik ve onları birer ibretli hikâyesi yaptık. Artık inanmayan bir kavim, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” (Mu’minûn 23:44)
“Kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmek için yeryüzünü dolaşmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan daha çok, daha güçlüydü ve yeryüzündeki eserler bakımından daha üstün idiler. Ama kazandıkları kendilerine hiçbir şey sağlamadı.” (Fatır 35:44)
SONUÇ
Kur’an’ın tarih fikri donuk, olup-bitmiş ve tekrarlanması mümkün olmayan bir geçmiş algısı, tasavvuru değildir. Aksine geleceğin kurulmasında bir zemin teşkil eden tarih ileriye dönüktür ve ânı yaşayanlara dinamizm, hareket ve süreklilik kazandırma yanında atılımcı ve devrimci bir ruh aşılar. Geçmiş, ânı yaşayanlara sunulur ve bununla geleceğin nasıl kurgulanacağına ışık tutulur. Bu nedenle Kur’an’ın önemli bir bölümünü oluşturan kıssalar, ibret alınmak ve geleceği bu tecrübe ve birikim ile kuşatmak ve inşa etmek için anlatılır. Kur’an’ın geleceği oluşturmada kalıcı etkilerinin olduğunu kabul ettiği bu tarih gerçeğe dayalı bir tarihtir.
Kur’an, sadece tarihi bilgileri aktarmak ya da bu bilgileri yorumlamakla tarih ilmine katkıda bulunmaz. Aynı zamanda, tarihin seyri içerisinde insanın yanı sıra, tarihin şekillenişinde rol alan ilâhî müdahalenin gerçekliği, söz konusu müdahalenin sebepleri, sonuçları, dereceleri, şekli ve zamanı konusunda verdiği bilgilerle de tarihe önemli katkılar sunar. Kur’an, tarihin oluşumunda “insanı mutlak özne” kabul eden pozitivist tarih anlayışının aksine, Allah’ın tarihi, insanla birlikte ördüğüne vurgu yaparak, tarihin doğru imkân sunar.
Kur’an’ın tarih yasası, tarihin seyrinde Allah’ı özne, toplumları ise nesne olarak görmez. Kur’an’da da anlatıldığı gibi, toplumların varlıklarını sürdürmeleri ya da cezalandırılıp yok olmaları, Allah’ın keyfiliğine göre değil de toplumların tercihlerinin doğal bir sonucu olarak gerçekleşir. Dolayısıyla toplumların yaşam şekilleri ve akibetleri ezelde belirlenmemiştir. Bu bağlamda, toplumların yaşam kalitesini, şeklini, gidişatını ve akibetini belirleyen toplumun eylemleridir. Allah’ın cezayı hak etmeyen bir toplumu cezalandırması veya ilahî yardıma layık olmayan toplumlara yardım etmesi, O’nun adalet ilkesi ve tarih yasasıyla örtüşmez.