Hicret Asla Bir Kaçış değildir…

 

Hicret asla bir kaçış değildir.

Hicret, sana ait olanın yeniden ele geçirilmesi için çıktığın yoldur.

Hicret; yani doğduğunuz, büyüdüğünüz, ekmeğini yediğiniz, suyunu içtiğiniz, çayırlarında özgürce dolaştığınız, ırmaklarında yüzdüğünüz, bahçelerinde meyveler yediğiniz, göklerinde uçurtmalar uçurduğunuz, yağmurlarında ıslandığınız, çamurunda oynadığınız, kısaca hayata gözünüzü açtığınız iyisiyle kötüsüyle bir hatırası olan yerden isteyerek ya da istemeyerek ayrılmanız demektir. Bu ayrılık sadece maddi/bedeni bir ayrılıktır. Sizin ruhunuz, iç aleminiz, maneviyatınız, gönül ve duygu dünyanız hiçbir yere hicret etmez/etmemektedir. İlk yere olan özlem bütün hasretiyle, yakıcılığıyla, güzelliğiyle, varoluşuyla sizi derinden sarsar ve yakalar. Bir çekim kuvveti, bir cazibe merkezi oluşturur ve kendisine çeker. Çoğu zaman bu hicret daha güçlü olmak için, kendinize gelebilmeniz, hazırlıklar yapabilmeniz, doğru olana, size ait olana kavuşabilmeniz için, düşmana karşı muzaffer olabilmeniz için savaş alanında taktik, strateji, plan gereği bir geri çekiliştir. Ama hicret asla bir kaçış değildir.

 

Hicret asla bir kaçış değildir.

Hicret bize verilen nimetin şükrünü eda edebilmenin diğer adıdır. Hicret, varoluş serüvenin başlangıç çizgisidir. Hicretiniz bütün tağutlara, “Firavunlara, Karunlara, Belamlara,”* sömürü düzenlerine, eşekleştirenlere, koyunlaştıranlara “La”** dediğiniz anda başlar. “La” diyerek zulümden adalete, şirkten tevhide, sömürüden eşitliğe, kanunsuzluktan hakka, kibirden tevazuya, alçaklıktan ahlaka, şahsiyetsizlikten erdeme, serkeşlikten teslimiyete, nankörlükten şükre, karanlıklardan aydınlığa, şeytani düzenlerden selamete (İslam) hicret edersiniz.

Ey siz kutlu mesajın sahipleri! Sizi hicrete zorlayanlar sizin insanlığa verdiğiniz temel mesajdan korktukları, kendi egemen gücünün sekteye uğradığını, sizin gittikçe büyüdüğünüz ve düşmanlarınızın gittikçe küçüldüğünü fark ettiği ve sizin onların sömürü düzenleri için tehlike çanlarını çaldığınız, zafer şarkılarını, özgürlük nağmelerini terennüm ettiğiniz anda başlar. Aynı zamanda bu hicret gelecek güzel günlerin, güneşli günlerin, baharın, yeniden doğuşun habercisidir. Bir anka kuşu gibi kendinizi kendi fikir, duygu, düşünce küllerinizden yeni bir inşa ile oluşturduğunuz yeni bir dönemin, mücadelenin, direnişin ve sonrasında gelen zaferin, özgürlüğün; kısacası yaşamın hayat bulduğu yeni bir alanın habercisidir. Bu hicret, sizi siz yapan değerlerin ne kadar mukaddes, ne kadar güçlü, tahrip gücü ve inşa gücünün ne kadar yüksek olduğunun göstergesidir.

 

Hicret asla bir kaçış değildir.

Sosyolojik ve tarihi bir vakıa olarak hicret incelendiğinde, hicret edenlerin hep muzaffer olduğunu ve Rabbin onları koruyup gözettiği gerçeğiyle karşılaşırız. Rabbin yolunda çekilen her eziyet kutsal, her ter damlası mukaddes olduğu ve Allah’ın kendisine dayanıp güvenenlerin dayanak ve güvenlerini boşa çıkarmadığı ve onları bir ruhla desteklediğini görürüz. Bu ruh! Evet, bu ilahi ruh, bu enerji, bu güç, bu sadakat, bu güven, bu huzur her hicret edenin yanı başında, onunla her dem soluklanarak ve büyük bir davayı omuzlayarak yürümektedir. Bu bakımdan hicretin Peygamberler tarihinde önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Elçilerin hicretle bir olgunluk dönemi, bir zihni hazırlık, ruhi tekamül, bedeni direniş ve sabrı kazanabilmeleri, bizzat zorluklar çekerek hayatı birinci elden öğrenmeleri sağlanmaktadır. Bir nevi hicret Allah’ın elçilerini dava için hazırladığı bir okuldur. Hicretin bize öğrettiği başka bir şey de Allah’ın elçisi de olsan, hükümdar da olsan, sıradan bir insan da olsan

 

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur (53/39).”

 

gerçeğine götürür bizi. İşte hicret bütün bu zorluklardan, meşakatlerden, acılardan, sancılardan sonra kazanılan zaferi daha bir anlamlı

ve özel kılıyor. Hicretle hayatı; içinde yaşayarak, ona dokunarak, onu görerek, işiterek, onunla düşüp kalkarak, yan yana yürüyerek, iç içe girerek öğreniyorsunuz. Onun için elçiler toplumun vicdanını temsil eden aydınlardır, devrimcilerdir, kendi dönemlerinin reformistleridir. Hiçbir zaman halkın sesinden vicdanından uzaklaşan, onları duymayan, cafcaflı sözler söyleyip toplumun kendisini anlamadığından yakınan, yarı burjuvazi  entellektüllerden değildir. Süleyman (a.s) ve Davud’u (a.s) istisna tutarsak bütün elçilerin halkla iç içe olduklarını ve uğraştıkları meslek gruplarının halkın yakından bildiği, tanıdığı ve mensup oldukları gruplar olduğunu görürüz.

 

Hicret asla bir kaçış değildir.

Hicretin Allah’ın elçilerini dava için hazırladığı bir okul olduğunu söyledik, peygamberlerin hayatına baktığımızda bunun apaçık delillerini görmek mümkündür.

Nitekim ilk hicret Adem’in (as) yeryüzündeki cennet bahçelerinden atılmasıyla başladı, sonra Nuh (a.s) gemiyle hicret etti, İbrahim (a.s) Kabe’ye hicret etti, Lut (a.s) kavminin helakı yüzünden bir seher vakti hicret etti, Yusuf (a.s) kardeşleri tarafından zorunlu bir hicrete tabi tutuldu, Yunus (a.s) Rabbine asi olarak hicret etti ve bir balığın karnında sabahladı, sonra

“lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn. (21/87)”***

diyerek halkına geri döndü,  Musa (a.s) yanlışlıkla öldürdüğü adam yüzünden hicret etti ve Şuayb’ın (a.s) gözetimine girdi, tekamülünü gerçekleştirip peygamber oldu,  Meryem hicret ederek uzak bir diyara çekildi ve İsa’yı (a.s) doğurdu. Muhammed (a.s) gözbebeği Mekke’den Medine’ye hicret etti ve tarihte eşine ender rastlanan bir medeniyet ve bir kardeşlik (Ensar-Muhacir kardeşliği) vücuda getirdi. Bu kardeşlik kan, soy sop, akraba, ırk, kavim kardeşliği değil, iman kardeşliğiydi.

“İman eden erkekler ve kadınlar birbirlerinin velîleridirler. (9/71)”,

“Mü’minler ancak kardeştirler. (49/10)”

Hiçbir menfaatle, çıkarla ya da beklentiyle oluşmamış bir kardeşlik bağı: İman kardeşliği. Bugün toplumumuzun en temel problemlerinden biri.  kürtçü, türkçü, alevi, sünni, şia diye toplumu birbirinden ayıran, ayrıştıran, bölen ve İslam ümmetini parçalayan zehirli bir virüs. “Çare olarak neye ihtiyacımız var, dediğinizi duyar gibiyim”: Ensar-Muhacir kardeşliğine” yani iman kardeşliğine…

 

 

* Eski Mısırda Firavun, Karun ve Belam 3 önemli sınıfı temsil etmektedir. Bu 3 sömürü sınıfın siyasi, politik ve askeri gücünü Firavun, ekonomi ve iktisadi gücünü Karun, dini/inanç gücünü de Belam-ı Baur temsil etmektedir. Bu 3 temel sınıfın bugünkü toplumlarda da sömürü düzenin birer parçaları olup el ele vererek toplumları çok rahatlıkla sömürebildiğini görmekteyiz.

 

**La=hayır veya yoktur anlamında Arapça olumsuzluk edatı.

 

***“Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.”

Muhittin BOZKURT

8Z��P��

 


About the Author
Author

wejedar

Comments (1)
Leave a reply

Name (required)

Website