Bir Sure, Bir Ayet ve Bin Düşünce…

Gece okumasının bereketinden bahseder âlemlerin Rabbi olan Allah hitapların en güzelinde. O en güzel, hep güzel ve tek güzel olan Allah şöyle seslenir alemlere, nebisinin nefesinden:

Sen ağır yük yüklenen! Kalk gecenin ilerleyen bir vaktinde! Gece yarısı, ondan biraz önce ve de sonra; Ve oku Kur’an’ı sindire sindire! Çünkü Biz, sana ağır biz söz indireceğiz; elbet (şu) gece dirilişi var ya: işte o pek derin bir iz bırakır ve okuyuş açısından daha bir etkilidir.
(73:1-7)

 

Bu gece birde en bereketli ay olan Ramazan ayının güzide bir gecesi ise… İşte o zaman insanı Kur’an’ın hiç girilmedik odalarına, çıkılmadık katlarına taşıyor Rahman’ın rahmeti. Kitabullah… Bir sure… Kur’an’ın güzel bir odası… Ve bir ayet… Hitabın veciz bir nüktesi… Kur’an’ı Hâkim’in Ankebut suresinin 45. Ayeti… Ve gecenin sessizliği… Âlemde çıt yok… Zira ayakta hiçbir âdem yok. Ayakta olanlar ise âlemlerin ötesini dinliyorlar. Çünkü konuşan merhametlilerin en merhametlisi. En merhametli, hep merhametli, tek merhametli olan konuşuyor şimdi:

(Ey bu hitabın muhatabı!) Sana vahyedilmiş olan bu mesajı izle ve (başkalarına) ilet; ve namazı hakkını vererek kıl: çünkü (hakkı verilerek kılınmış) namaz, (insanı) belli başlı her türlü çirkinlik ve kötülükten alıkoyar; ve hele Allah’ı anmak ve Allah’ın sizi anması elbette en büyük (boyutudur)! Zira Allah işlediğiniz her şeyi bilir.
(29:45)

Kur’an’ın bir ayetini hatta bir kavramını dahi anlamak ve hayata taşımak indirilen tüm hatimlerin üstünde bir değere sahiptir. Ebubekir Verrak’ın küçük oğlunun

“Şu halde eğer inkar ederseniz, yeni doğan bebeleri ak saçlı ihtiyarlara döndüren o gün nasıl korunacaksınız?”
(73:17)

ayetini okuduktan sonra birkaç gün içerisinde hüznünden dolayı ölmesi ve babasına kendi mezarı başında gözyaşları içerisinde: “Oğlum meğer baban Allah’a iman etmezmiş!” dedirtmesi işte bu anlayışla inşa olmuş bir tasavvurun ürünüdür.

Kur’an’ın kavramlarıyla tasavvur inşası… Kavramlar… İnsana bilmediklerini fısıldayan, yüreğini titreten aziz ve kerim kelimeler… Nice kavramlar vardır ki insanın zihnini köreltir, var edilmişlerin en şereflisini bir ömür boyu dumura uğratır. Marksizm, ateizm, deizm, pozitivizm ve daha niceleri bugünün ve buranın insanının aklını atıl bırakan kavramlar…

Bir de insanı en iyi bilenin insan tasavvurunu inşa etmek amacıyla talim ettirdiği kavramlar var: “akleden kalb” var, “hikmet” var, “hamd” var, “takva” var. Ve en önemlisi “Allah” var. Allah… Arapça elif, lam ve he harflerinden oluşan bir kavram. Bu harflerin dokuz tane kombinezonu vardır Arapça’da. E-le-he, e-he-le, e-le-he vb gibi. Ve bunların tamamı anlamlı bir karşılığa delalet eder. Nitekim hepsinin gelip dayandığı, bir noktada birleştiği bir ve tek mana vardır. O da: SEVGİ’dir. Kulunu sevgiden yaratan (96:2) ve sevmek için yaratan Allah işte kavramlarını böyle öğretiyor bizlere.

Bir kavramdan bahsetmek istiyorum Ankebut suresi 45. ayette geçen: “Utlû” emri. Yani Allah’ın “izle ve ilet” sözü. Utlû, tulûv kelimesi ile aynı kökten geliyor. Örneğin Şems suresi 2. ayette ayın güneşi izlediği “vel kamerî iza telehâ ibaresiyle ifade edilir. Tulûv kelimesi yine “okumak” manasındaki tilavet ile aynı kökten. Nitekim bu bağlamda okumak “hakikati izlemek ve onu başkalarına iletmek”tir.

Tuluv kelimesine dilsel bir çerçeve çizdikten sonra onun insanı kendi tasavvurunda, kendi tahayyülünde ne gibi düşüncelere yelken açtırdığını düşünmek (tefekkür) gerekiyor. Bunun içinde biraz zahmete ihtiyaç vardır. Çünkü tefekkür zahmet ister. Emek ister. Zihin teri ve yürek teri ister. Zaten tefekkür ve onun tüm alt birimleri –ki bunlar “tedebbür, tezekkür, taakkûl ve tefakkuh’dur–  tekellüf yani külfet (emek) babındandır. Yani düşünmek emek sarf etmek, büyük külfetler altına girmektir.

Utlû demiştik “izle ve ilet” anlamımdadır. Ve “okuma” manasına da gelir. Peki neyi izlemeli/okumalı? Ve kime iletmeli? Cevap ise belli. Zaten ayet bunu bize fısıldıyor tüm azametiyle birlikte: vahyi izlemeli, bir başka ifadeyle onu derinlemesine okumalı. Nitekim “Derinlemesine, enine boyuna, yavaş yavaş, sindire sindire, anlayarak okumak” Kur’an’ın dilinde tertil (73:4, 25:32) kelimesi ile ifade edilir. Bu yüzden Kur’an’ı tertil ile okumalı. Kur’an’ı anlamak için, anlatmak için özetle hayatı Kur’an ile yaşamak, yaşamı Kur’an ile okumak için okumalıyız kerim addettiğimiz kitabı (56:77). Kur’an’ın muhatabına özne olarak değer yükleyebilmesi için tek yolu kullanmalı. Kur’an’ı okumalı bir başka ifadeyle onu saniye saniye, an be an izlemeliyiz. Nasıl ki ay güneşi okumayı asla bırakmıyorsa yani onu daima tulûv ediyorsa, bizde asla bırakmamalıyız Kur’an’ı okumayı. Gayemiz onu hatmetmek, onu katletmek değil onu hayata lanse etmek, yaşamımıza yüklemek olmalıdır.

Utlû emrinin ilk boyutu “izle” iken, onu tamamlayan boyutu “ilet”tir. Peki kime iletmeli? Tabiki tüm âlemlere… Âdem olan; akıl, irade ve vicdan taşıyan tüm yüreklere… Nebinin (21:107) nefsine indirilen vahyi, onun nefesiyle iletilen vahyi bizde iletmeliyiz tüm nefislere bütün nefesimizi, sarf ederek. Vahyin nefhasını taşırken dünyadaki diğer mazlum ve mehcur nefislere zulmetmemeli. Kur’an’i ifadeyle onlara “en güzel bir tavrın dışında”(1) yaklaşmamalıyız. Peki tavrımız nasıl olmalı? Bunu bir örnek üzerinden, ehl-i kitab üzerinden pratiğe döküyor Kur’an Ankebut suresi 46. ayette ve diyor ki:

Önceki vahiylerin mensupları ile tartışırken, haksızlık (zulüm) etmedikleri sürece en güzel yol ve yöntemden başkasına itibar etmeyin ve deyin ki: “Biz bize indirilene de, size indirilene de inanmışız; bizim de, sizin de ilahınız bir ve tektir; ne ki biz kayıtsız şartsız sadece O’na teslim olmuşuz.

 

Kur’an diğer düşünce sahipleri ile müzakere yaparken farklı noktalardan değil de ortak noktalardan yola çıkılması yönünde müthiş bir usûl öğretir Müslümanlara yukarıdaki örnekte olduğu gibi.

Tulûv kelimesiyle ayın güneşi izlemesinden bahsetmiştik. İnsanın vahyi izlemesi de aynı şekilde olmalıdır. Nasıl ki ayın ondördünde ay güneşe benzerse, onun gibi kocaman bir ışık kaynağı oluverirse insanda vahyi ve onun pratiğe dökülmüş hali nebiyi(as) izlemeli ve onları öylesine içselleştirmeli ki hayatında vahyin ışığını yüreklere taşıyan bir ışık olsun. Kim bilir o insan resul gibi tüm bedeniyle, ayın ondördü gibi iletir Kur’an’ın güneşler gibi iç ısıtan, yürekleri dirilten ışığını. Belki o kimse nebi gibi nitelendirilir göklerin sürmanşetinde. Belki Allah o kula “sıracen münira” (33:46) dememiştir ama o kul kesinlikle “sıracen münteha” olacaktır göklerin ve yerin gündeminde. Çünkü göklerin ve yerin sahibi elbet onu taşıyacaktır gündemine. Bu müjdeye ulaşmak için tek bir yol var: O ‘da ancak O’nu, en büyüğü ve hep büyüğü, en güzeli ve hep güzeli gündemine taşımak. Nitekim Rabbimizin dediği gibi:

“Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkar etmeyin.”
(2:152)

Yukarıda da (ankebut 45) belirttiğimiz gibi Allah’ı anmanın en temel ve en mükemmel yolu namazdır. Ayette namazın her türlü kötülükten insanı alıkoyan bir görevi olduğu vurgulanıyor. Eğer namazımız bu özelliğe sahip değilse eksiktir, hatta belki de o namaz bile değildir. Nebevi ifadeyle: “Namazı kendisini kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymayan kimse, aslında hiç namaz kılmamış demektir.” (2) Kur’anda ki “feveylül lil musallin!”(107:4) ibaresi de bu hakikati teyit eder: Yazıklar olsun o namaz kılanlara!…

Yine ayetteki “vele zikrullahi ekber” ifadesi namazın asıl anlam ve gayesini ifade eder: Allah’ı anmak ve Allah’ın sizi anması (namazın) elbette en büyük (boyutudur)! Nitekim Allah’ın zikri kulun gündeme taşınması, kulun zikri de Rabbin gündeme taşınmasıdır sür manşetten, hem de büyük puntolarla. İşte namazın tek cümle ile ifade edilişine muhteşem bir örnek: “Namaz, dünya astarını ahiret atlasına günün beş vaktinde gök iğnesiyle dikmektir.”(3)

Vahiyle doğrulmak, vahiyle yoğrulmak, vahiyle dirilmek ve diriltmek için tek yol Rahman’ı gündeme taşımaktır. Onu gündemine taşıyan onun gündemine taşınır. Nitekim O’nu yücelten O’nunla yücelir.

Sözün özü: tulûv etmeli insan! Allah’ın utlû! emrini dinlemeli. Vahyi okumalı/izlemeli. Ve onu hiç çıkarmamalı gündeminden daha da önemlisi yüreğinden. Ve vahyi taşımalı vahiysizlikten çatlamış yüreklere. Vahiy onların gözlerine fer, kulaklarına ses ve bedenlerine nefes olmalı. Vahiysizlikten kavrulan kayıp insanımıza vahyin pınarını taşımalıyız tek başımıza da olsak. Taşıma su ile değirmen dönmez diyenlere inat taşımalıyız vahiy suyunu İbrahim’e su taşıyan karınca misali ve konuşmalıyız o küçük nefesin sahibi gibi: “Ben vahyi tüm insanlara taşıyamasam da en azından safım belli olsun!” Ve haykırmalıyız çağlardan çağlayarak gelen vahyin nefesiyle: “Ben Allah’ın tarafında (hizbinde) olanlardanım.” Ne mutlu Allah’ın safında olanlara! Onlara ne mutlu!

…ariamoneva…

(1) Fussilet 34, Mü’minun 96 vb.

(2) İbn Ebi Hatim

(3) M. İslamoğlu


About the Author
Author

ariamoneva

Comments (1)
Leave a reply

Name (required)

Website