Işık…

 

Birçoğumuz ışığın doğası hakkında bilim insanlarının gerçeği bulduklarını iddia edebilir.

Oysa araştırdığımızda Gerçek böyle değildir. Çünkü Işık hala tam olarak tanımlayabildiğimiz bir konu değildir. Geçmişten, günümüze kadar Işık konusu hala gizemini korumaktadır. “özellikle ulaşabildiğimiz” kazı çalışmalarından ortaya çıkan bilgilerden öğrenebiliyoruz ki “Işık, optik ve mercek” hakkında Mö. 3000 lerde de Eski Mısır da çalışmalar yapıldığına dair bulgulara rastlamaktayız. Daha sonraki devirler de de Işık tam olarak gizemini korumuş ancak ışığın gerçek doğası hakkında felsefi çıkarımlar yapılmıştır.

1- Nesnenin göze ışın yada görüntüsel veri gönderdiğini savunan Nesne ışın kuramı           (Leukippos ve öğrencisi Demokritos/MÖ. 460.)

2- Gözün nesneye güç veya ışık gönderdiğini savunan Göz ışını kuramı Platon / MÖ. 427-347)

3-      Göz ve nesne arasındaki bağlantıyı aradaki ortamın kurduğunu savunan Ortamcı(mediumistik) kuram. (Aristoteles / MÖ. 384-322)

Modern çağlara geçiş olarak adlandırılan ortaçağ sonrası aydınlanma devrinde bile ışığın kaynağı ve doğası hakkında fazlaca bir bilgi birikimimiz yoktur.

Doğada gizemini koruyan ve nasıl yasalaştırıldıklarını bilemediğimiz konular vardır. Tıpkı yer çekiminin varlığını bilip yer çekimini tanımlayabildiğimiz fakat yer çekiminin nasıl yasalaştırıldığını bilemediğimiz gibi…

Aydınlanma çağı diye tanımlanan dönemde Işığın parçacık mı? Yoksa dalga özelliği mi?  sergilediğini araştıran bilim insanları farklı iki tutum sergilemişler ve paradigmalarını parça veya dalga kuramlarına dayanarak belirlemişler ve anlatmaya çalışmışlardır. Araştırmalarım bana Işığın varlığını tanımlayabildiğimiz halde Işığın gerçek doğası hakkında geçmişte ne seviyede isek günümüzde de aynı seviyede olduğumuzu kavrattı. Yani tıpkı yer çekiminin nasıl yasalaştırıldığını bilemediğimiz gibi ışığında nasıl yasalaştırıldığını bilemediğimiz,  bilimsel bir gerçektir ve henüz “ışık bilmecesi ” tam olarak çözüme kavuşamamıştır.

Kuantum fiziğini anlatan Bilim insanlarının tanımladığı Işığın hem dalga hem parçacık özelliği göstermesi hakkındaki iki teorileri geçmişin günümüze yansımasıdır. Kuantum fiziği her şeyin teorisini ortaya sunmaya çalışırken birleştirici bir mantık uygulamaktadır. Aslında, parçacık-dalga konularını tek tek incelediğinizde Newtonun(1642-1727)  da Michelson-Morley ve Maxwell’ in çalışmalarında(1887) mantıklı ve mantıksız açıklamalar bulabilirsiniz.

Tıpkı parçacık kuramını eleştiren Thomas Young (1773-1829)gibi. Işığın hızı neden hep aynıdır? Eğer böyleyse, ışığın bu özeliği ışık kaynağının sıcaklığından mı yoksa niteliğinden mi kaynaklanmaktadır? Parçacık kuramı bu gibi sorulara doyurucu açıklamalarda bulunamaz. Çünkü ışık taneciklerden oluşmuş olsaydı, tanecikleri fırlatan kuvvetin bütün nesnelerde eşit olmaması nedeniyle, kaynaklarından çıkan taneciklerin hızlarının da sabit olmaması gerekirdi. Örneğin fırlatma kuvveti Güneşte daha fazla, mum da ise daha az olmalıdır. Oysa kaynağı ne olursa olsun ışığın hızı daima sabit kalmaktadır. Bunu sağlayanın ne olduğunu tanecikle açıklamak olanaksızdır. Yine, aynı şekilde kırılma ve yansıma aynı anda olabilmektedir. Dalga fikriyle bunu açıklamak kolaydır. Oysa tanecik olduğunda neden bazı parçalar yansırken bazıları kırılmaya uğramaktadır. Bunu açıklamak olanaklı görünmemektedir…

1887 de Michelson-Morley Fizik tarihin deki en ünlü ve önemli deneylerden birini gerçekleştirdiler. 19. yüzyılın sonlarındaki fizik kuramları su ve ses dalgalarının iletilebilmesi için, su ve hava gibi ortamlara gereksinim olduğu varsayımına dayanıyordu. Bundan dolayı aynı gerekliliğin ışık dalgaları içinde söz konusu olduğu sonucuna ulaşılabilmiştir. Bu bağlamda ışık için ön görülen ortama “ışıklı esir” adı verilmişti. Işık olağan üstü bir hıza sahipti ve gerçekte onu taşıdığı düşünülen bu esirsel ortamın varlığının ve özelliklerinin belirlenmesi büyük önem taşır hale gelmişti. İbni- Arabinin de savunduğu esir alanı/vakum alanı Michelson ve Morleyin deneyleri sonucunda bulunamamış ve deneyler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Işığın doğasının parçacık olduğunu savunan bilim adamlarının karşı çıkışlarının yarattığı problemler olduğu gibi,  ışığın doğasının dalga olarak kabul edilmesinin de yarattığı ciddi bazı sıkıntılar bulunmaktadır.

Bize okullarda Mekanik fiziğin öngördüğü ısı ve ışık kaynağı olarak sadece “Güneşi” merkeze koyan bir bilim öğretildi. Diğer gezegen ve yıldızlar güneşten gelen ışığı yansıtıyorlardı. Gerçekten gerçek böylemi? Biz artık biliyoruz ki bazı yıldızlar güneşten aldıkları ışığı yansıtmıyorlar tam tersi kendi ışıklarını kendileri üretebiliyorlar tıpkı güneş gibi…

Işık konusunda yapılan çalışmaları okuduktan sonra Işık felsefelerini Kur’ana arz  edince ziya-sirac-nur-münir-zalim-zulum- zulumat kavramlarıyla Ve Leyl ve Nehar kavramlarıyla karşılaştım. Kur’an da Ziya- siracın Güneşle ve siracın yıldızlarla olan bağı tanımlanırken Nur-münir  ve zulum-zulumat kelimeleri farklı bir aydınlık ve karanlık bilgisi olarak verilmektedir. Ayrıca Leyl-gece ve Nehar –gündüz kavramları da bizim için çok önemlidir.  Çünkü ışığın görünür/ basir olması “Nehar” sayesinde mümkün oluyor. (bkz.İsra/12)  Ama nasıl? Michelson-Morley bulmaya çalıştığı “esir alanı” Kur’an da geçen “Nehar”mıdır? Kur’ana arz edince Leyl ve neharın önemi ortaya çıkıyor. Leyl ve Nehar da tıpkı nur ve zulumat gibi birer varlık sahibidirler. Kafirler, nur ve zulumatı Allaha şirk koşmak için denk tutabiliyorlar. (bkz.En’am suresinin ilk ayetleri).

Vahdet-i vücüt felsefelerini Işık/Nur/  felsefelerini nur ve zulumat kavramları üzerinden tanımlandırabilenler Tıpkı “Dualizmi” savunan zerdüşler yada iyilikle kötülüğü izafi gören Enerji-ışık-gölgeciler/üçlemeciler gibidirler…

Sizce, Albert Einsteinin dediği “Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık ışığın yokluğudur” önermesinde geçen “Karanlık diye bir şey yoktur.” Yada Sühreverdinin İşrak felsefesinde tanımlanan nur ve zulumat felsefesi yada İmam-ı Rabbaninin nur ve zulumat tanımlamaları “Işığın gerçek doğasını” anlamlandırmaya yeterli midir?

Rabbimizin görmez misin, işitmez misin, düşünmez misin, anlamaz mısın,akletmez misin gibi ikazlarını göz ardı ederek… Hatta zeytine,incire,Tur-i Sinaya (Tin ve Tur suresi) yemin edilen  ayetlerin üstü örtülerek…

Günümüzde bazı İslamcı(!) / Kuantumcu felsefecilerin savunduğu gerçeklik zihnimizin oluşturduğudur. Zaman-mekân-gece-gündüz gibi olguları zihnimizde bazı salgı bezlerimiz -organcıklar üretmektedir. Onların dışarıda bir gerçeklikleri yoktur. Biz aya bakınca ay varmış gibi gözükmektedir. Bir başkası da aya bakınca ay varmış gibi gözüküyorsa ayın orada olup olmadığını kim kanıtlayabilir? Hem hem mantığını ön plana çıkaran bu tür düşünceler bize “Âlemlerin hepsi hayaldir” gerçeklik zihnimizin ürettiği bir olgudur. Her şey zihinde başlar ve biter felsefesini dayatmaktadır.

Mekanik bilimden( deney ve gözleme dayalı tanımlamalar) Teorik bilimine( Atom altı seviyede, soyut düşüncelerden bilime bakış) Kuantum felsefesinin oluşturduğu Kuantum fiziğine doğru yelken açtığımız bir döneme doğru sürüklenmekteyiz. Herkesin bir dayanak noktasına ihtiyacı vardır. Dayanak noktamızı Kur’an mı oluşturacak,  Atalar kültümü. Atalara- Bilim insanlarına- Ruhbanlara sıkı sıkıya bağlılık Kur’anda tavsiye edilememişken… Ya onlar doğruya ulaşamamış ve gerçeği bulamamış iseler…

Allah sorgulamayan akla pisliği yağdırır.

Sorguladıkça daha çoook şeyi sorgulamamız gerektiğini anlarız.

Saygılarımla.

 

Kaynak:Işığın öyküsü/ Hüseyin Gazi Topdemir.

İşrak felsefesi / Sühreverdi

Mektubat / İmam-ı Rabbani


About the Author
Author

MuruvvetCaliskan

Leave a reply

Name (required)

Website