Gerçek Hayat Dini ve Kandil Geceleri

“Müslümanlarca kandil geceleri diye bilinen geceler; Rabiulevvel ayının onikinci gecesi olan Mevlid, Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaib, yine Recep ayının yirmiyedinci gecesi olan Mirac, şaban ayının onbeşinci gecesi olan Beraat ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olan Kadir Gecesidir. Osmanlılar döneminde II.Selim zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır. Yukarıda adı geçen gecelerin hiçbirisini Peygamber Efendimiz kutlamamıştır. Bunlar Peygamberimizden çok zaman sonra kutlanmaya başlamıştır.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 24, s. 300)

Devletin resmi din kurumu Diyanet’in hazırladığı ansiklopedide “kandil” maddesinde bunlar yazıyor.

Fakat kandil gecelerini bizzat organize eden, camilerde mevlid ve dua merasimleri düzenleyen, bu geceler münasebetiyle kutlama mesajları yayınlayan ve halkın kendilini kutlayan da yine Diyanet’in kendisi…

Peki bu nasıl oluyor?

Çünkü bu gecelerin kutlanması bir halk geleneği değil; devlet politikası da ondan.

Nedir devlet politikası?

İslam’ı doğuş tabiatına uygun olarak bir “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarıp, “mübarek gün ve geceler dini” haline getirmek…

Gündüzün ortasında, hayatın kalbinde atan bir din olmaktan çıkarıp, el ayak çekilince, hayatın tümüyle uykuya çekildiği gece vakitlerinde hatırlanan bir “tapınak ve ayin” dini haline sokmak…

Peki nedir işin aslı?

Bunu anlamak için, İslam’a “eski dünya dinlerini” dönüştüren reformcu özelliği açısından bakmayı bilmek gerekir.

Çünkü İslam, modern dönemde değil; o dinlerin hüküm sürdüğü dönemde doğmuştur. Onlarla kıyas yapılmadan tabiatında neyin yattığı ve karakterinin ne olduğu anlaşılmaz. Bu nedenle İslam’ı modernitenin alternatifiymiş gibi sunmak ve sürekli onunla kıyaslamak yanlıştır. Olsa olsa modernitenin İslam’dan nasıl etkilenerek kiliseye karşı çıktığı konuşulabilir. Çünkü kiliseye asırlar önce İslam, karşı çıkmış ve eleştirmişti…

***

İslam, eski dünya dinleri tabir ettiğimiz Yahudilik, Hristıyanlık, Mecusilik, Sabilik, Maniheizm vs. “tapınak ve ayin dinlerinin” hüküm sürdüğü bir dönemde doğmuştur. Yer yer bunların formlarını kullanmakla birlikte bütün bunları dönüştürmüş ve dini, tapınaktan sokağa, bir sınıfın tasallutundan halkın yaşam alanlarına çekmiştir. Böylece din “gerçek hayat dini” (dinu’l-gayyime) haline gelebilmiştir.

Örneğin miraca eski dünya dinlerinde sadece din adamları, zenginler, tanrı-krallar vs. çıkabilirdi. Merdiven anlamına gelen mirac/mearic onların tekelindeydi. Gerçek hayat dininin peygamberi “Mü’minin miracı namazdır” diyerek bunu sokaktaki adamın tek kişilik eylemine, “Namaz bütün kötülüklerden alıkoyar” ayetini okuyarak da, namazı gündelik hayatın içine çekti. Böylece namaz bir “tapınak ayini” olmaktan çıktı, hayat akışının rasyonel ilişkilerini düzenleyen itici bir motivasyona dönüştü.

Yine eski dünya dinlerinde “Tanrıların her yıl dünyayı yeniden yaratması” inanışı vardı. Bu güne “Nevruz” demekteydiler. Yenigün anlamına gelen bu günde baştanrı dünyada bir yıl boyunca olup bitecekleri planlar, dünyanın yıllık yeniden yaratılışının kararlarını alırdı. “Şaman” veya “Brahman”lar Tanrı’nın katına çıkarak bunun bilgisine sahip olurlardı. Babil (Tanrı’nın kapısı) ülkesinin kralı, Babil kulesine çıkarak bu bilgiye tanrıdan alır ve insanlara duyururdu. O yıl kimin ölüp kimin yaşayacağı, yılın kurak mı bereketli mi geçeceği, nerede hangi felaketin olacağının bilgileriydi bunlar… Tanrı-kralın kulları da o gün tapınakta toplanarak, Tanrıların kendileri için hayır dilemesini, ömürlerini uzatmasını, zenginlik vermesini, kuraklığa ve felakete maruz bırakmamasını niyaz ederlerdi. Tanrılar bu niyazlara göre icabında o yıl boyunca diledikleri kullarına bunları yazmazdı. (Eliade).

***

Dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyen (hayyu gayyum) Allah, Gerçek hayat kitabı (kitabun gayyime) olan Kur’an’da bu inanışı kökten değiştirerek şöyle buyurdu:

“O, her gün yeni bir iş ve oluştadır”
(55/Rahman, 29).

Böylece yaratılış yıllık olmaktan çıktı; değil aylığa, haftalığa hatta günlüğe, “âna” çekildi.

Çünkü “O her gün bir iş ve oluştadır” ifadesi varlık âlemindeki “sürekli yaratmaya” işaret etmektedir. Ayette geçen “yevm” kelimesi gün içinde, gün boyunca, böyle böyle her gün, her an manasında kullanıldığına göre (Razi) bütün iş ve oluş O’nun yaratması olmuş olur.

Demek ki Allah bu yaratmaya varlığı katmakta, varlıkların kendi eylemleri, iş ve oluşları yaratmanın bir parçası olarak ele alınmaktadır. “Denizlerde dağ gibi yüzen gemiler O’nundur” (55/24) ayetinde de işaret edildiği gibi, gemileri yapan, yürüten aslında insanlar olmasına rağmen O’na nisbet edilmektedir. Keza çocuğu erkek ve dişinin iş ve oluşu meydana getirmesine rağmen “Size çocuk veren, rahîmlerde yaratan O’dur” denmektedir. Bedir günü düşmanın üzerine ok atan veya toprak saçan peygamber olmasına rağmen “Attığında atan sen değildin, Bizdik atan” denmektedir.

Bunların anlamı şu olsa gerek: Allah varlığı -burada insanı- yaratmaya katmaktadır. Hepsinin birden yaptığı işe “yaratma” demektedir. Gün boyunca insanların sağa sola koşturması; kiminin doğması, kiminin ölmesi, kiminin yolculuk yapması, kiminin parkta oturması, bir trenin kasabadan geçmesi, havaalanlarından uçakların kalkması, inmesi, suların akması, yağmurun yağması, şelâlenin çağıldaması, ağaç yapraklarının hışırdaması, yerde yılanın sürünmesi, gökte kartalın uçması, şimşeğin çakması, yıldırımın düşmesi, göçmen kuşların dizi dizi göçmesi, çobanın sürüsüyle dağlarda gezmesi, koyunların ağıllardan su içmesi vs. bütün tarihî, tabiî ve insanî iş ve oluş “şe’n” kavramının içine girmektedir.

Allah’ın her an iş ve oluşta olması insanlara rağmen olmadığı gibi, insanların iş ve oluşta olması da Allah’a rağmen olmamaktadır. Bilakis “birlikte” olmaktadır. Deniz ile balıkların “birlikte” iş ve oluş halinde olması gibi… Burada bütün varlık ve oluşun tek bir kelimede toplanarak ifadesi söz konusudur. O tek kelime “Allah”tır. Ve o Allah her an bir iş ve oluştadır…

***

Demek ki yaratılış yıllık, aylık, haftalık veya günlük planlanmadığı için, her an bir iş ve oluş (şe’n) söz konusu olduğu için, iş ve oluşlar da insanların eylemleriyle birlikte oluştuğu için, bu iş ve oluşların planlandığı bir gün veya gece (Ör. Beraat kandili) de söz konusu değildir.

Dolayısıyla bu gün ve gecelerde toplanıp hakkımızda hayırlı olanın yazılmasını isteme diye bir şey de mevzubahis değildir. Hakkımızda hayırlı olan, bu gecelerde değil; doğrudan hayatın içinde gerçekleştireceğimiz iş ve oluşlarda ortaya çıkacak ve belirlenecektir. Buna biz kendimiz karar vereceğiz.Kur’an şöyle der; “Kaderiniz kendi elinizdedir.” (36/Yasin, 19). “Herkesin kaderi/kuşu kendi boynuna dolanmıştır” (17 İsra, 13)…

***

Hz. Peygamber ve sahabeler bunun bilincinde oldukları için hiçbir “kandil gecesinde” bir araya gelip toplantı düzenlememiş ve merasim yapmamıştır. Çünkü bunlar artık eski dünya dinleri ile birlikte eski çağlarda kalmıştı.

Fakat sonraki yüzyıllarda eski dünya dinlerinin adet ve inanışlarının, gerçek hayat dininin üzerine iyiden iyiye abandığını, çullandığını ve kuşatarak ne yazık ki onu gerilettiğini görüyoruz. İslam’ın dini dünyaya getirdiği reform bu yüzden ne yazık ki unutulmuş ve tekrar eskiye dönülmüştür. Cemaleddin Efgani’nin dediği gibi “Hiçbir peygamber yoktur ki getirdiği din kendisinden sonra ters yüz edilmemiş olsun…”

***

Şurası unutulmamalı ki İslam’ın “gerçek hayat dini” olarak algılanması, hayata hükmedenleri rahatsız edecek bir durumdur.

Bunun için böyle bir dinin “halkların vicdanı” olmaktan çıkarılıp “halkların afyonu” haline getirilmesi gerekir.

Gündüzden kovulup gecelere hapsedilmesi gerekir.

Sokaktan çekilip “tapınağa” hapsedilmesi gerekir.

“İbadet” (çalışma, üretme, meydana getirme) olmaktan çıkarılıp “ayin” haline sokulması gerekir.

“Amel” (çaba, uğraş, eylem, hareket) olmaktan çıkarılıp “ritüel” haline dönüştürülmesi gerekir.

Gündüzün gerçek hayat mecralarında akan iyilik, adalet, zulme ve haksızlığa isyan, sözün namusu, doğruluk, dürüstlük, vefa, sevgi, merhamet ve cihat yolu olarak değil; insanların, o da gecelerde dua, yakarış, kandil, ayin, tütsü, sır ve tılsım ihtiyacını karşılayan bir “sosyolojik fenomen” olarak görülmesi gerekir. Zaten din denilen şey esasında budur ve devlet ona bundan başka bir rol de vermemelidir.

Bunun için “kandil geceleri” bir halk geleneği değil; devlet politikasıdır. Arkasından devlet çekildiği an kimse hatırlamaz bile.

Müslüman milletlerin halk geleneği kandil gecelerinde değil; peygamberden geldiği şekliyle namazlarda, cumada, ramazanda, bayram günlerinde ve hac da yaşıyor. Bunların hepsi de (akşam ve yatsı hariç) hayatın kalbinin attığı yerde; gündüzün orta yerinde gerçekleşiyor. Sizce bu bir tesadüf mü?

Kur’an’da hep gündüze, şafağa, tanyerine yemin edilir yani dile gelip konuşmaya çağrılır. Gece doğan yıldız (tarık), geceyi yararak doğan şafak (fecr), aydınlık saçan güneş (şems), aydınlık sabah (duha), geceyi yararak doğan tanyeri (felaq)… Geceye yemin edilirken bile “Gündüze yürüyen gece” (ve’l-leyli iza yesr) denir. “Gece yarılarında kalk çünkü gündüz seni zorlu bir uğraş bekliyor” denir. Karanlığa boğan gecenin (leyl) ardından hemen aydınlığa çıkaran gündüz vurgusu yapılır.

Çünkü İslam esas olarak bir gündüz dinidir. Yani çalışma, hareket ve yaşam dinidir. Gece sadece gündüzü iyi geçirmek için bir dinleme ve hazırlıktır. Geceyi gündüzden, gündüzü geceden ayıramazsınız. Hele gündüzü iptal edip her şeyi geceye hiç hapsedemezsiniz. O zaman gerçek hayat dinini “kandil (gece) dini” haline getirmiş olursunuz…

O zaman siz geceleri dua edip huzur içinde uyurken, bütün dini enerjinizi geceye hasrederken, gündüzleri topraklarınız işgal edilir, hazinelerinize el konur haberiniz bile olmaz…


About the Author
Author

vekuran

Comments (2)
Leave a reply

Name (required)

Website