Din denince aklımıza ne geliyor? Kimi insanlara göre yobazlık, gericilik; kimi insanlara göre ise en doğrusunu kendilerinin bildikleri, fakat hiçbir rasyonel temeli olmasına gerek duymaksızın sorgulanamaz bir şekilde nakledilerek gelmiş rivayetler kültürünün bir ürünü. Kiminin aklına din denilince sadece İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik gelirken, kiminin aklına Budizm, Maoculuk, Şamanizm gibi dinler ile birlikte az önce saydığım ilahi dinler geliyor.
Encyclopedia.com’daki tanıma göre ‘’Din üyelerine bir bağlılık amacı, bireylerin eylemlerinin kişisel ve sosyal sonuçlarını yargılayabilecekleri bir davranış kuralları bütünü ve bireylerin gruplarını ve evreni bağlayabilecekleri (açıklayabilecekleri) bir düşünce çerçevesi veren bir düşünce, his ve eylem sistemidir.’’ [1]
gibi özelliklerine bakarak dinin aslında bir yaşam tarzı olduğu yargısına varabiliriz. Kişinin kendisini ait hissettiği yaşam tarzı, onun dinidir bir anlamda. Yani bir futbol takımına gönül vermiş birinin; sabah, akşam, yemek yerken, uyumadan önce, uyurken rüyasında, işte, okulda, dışarıda, evde kısacası hayatının her alanında bu takımla ilgilenmesi, tüm emeğini buna harcamasını düşünürsek bu takım, onun dini olmuştur diyebiliriz. Tuttuğu takıma bir bağlılık amacı (ki hayatındaki boşlukları doldurmak için muhtemelen bunu yapıyordur) vardır futbol dini mensubunun. Maça gitmezse, izlemez ve yorum yapmazsa dindaşları tarafından dışlanma tehlikesi de vardır. Evreni açıklayamasa da tüm hayatı bundan ibaret olduğu için kişinin kendi evreni de bu takım olmuştur. Elbette bir futbol takımının desteklenmesinde bir sakınca yok, buna karşı çıkmıyorum. Ama desteklerken başkalarını kırmadan (özgürlüklerine müdahale etmeden), sokaktaki dilenciye ‘’Allah versin.’’ deyip de aslında birer anonim şirket olan bu takımlara maddi destek olmak için para kazandırmadan, bütün enerjisini bu takımlara harcayıp fanatiklik yapmadan desteklemesi benim kanaatimce, evrensel ahlak kurallarına göre de İslam dinine göre de daha uygun olacaktır. Bunun haricinde diğer saydığım yönleriyle desteklenen futbol uyuşturucudur/afyondur. Bu konuyla ilgili yapılan muazzam bir belgesel de var, kaynakçada belirttiğim linkten izleyebilirsiniz. [2]
Ömrü boş işlerle geçen, günde 12 saat sosyal medyada kimin ne dediğiyle/ne yediğiyle ilgilenen günde 10 saat uyuyan, hayatın anlamını sorgulamadan yaşayan, sadece okula/işe amaçsız bir şekilde gidip gelen, hayatında doğru düzgün bir kitap bile okumamış insanların dinleri de ‘’Boşluk Dini’’dir. Sorsak insanların hayvanlardan farkının düşünebilmesi olduğunu söyler bu tür insanlar, onu da başkalarından duydukları için söylerler, araştırmazlar bile. Ama iş düşünmeye gelince aklını işletmekten bile hemen yorulur, vazgeçer ve boşluk dininin az önce yukarıda saydığım âyinlerini yapmaya devam eder. Âyin deyince aklınıza mumlar, melodili söylenen ilahiler gelmesin, ritüel demektir işte. Yani ‘’genellikle önceden belirlenmiş bazı kurallara göre icra edilen dinî tören’’, yani âdet haline gelmiş alışkanlıklardır âyinler. [3] Kuran’da ise şöyle bir uyarı vardır insanlara, insanlığa:
Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.
(23:3)
Boş ve lüzumsuz işler, zoraki anlam yüklemelerle insanlar için gerekliymiş gibi de yapılabilir. Gereksiz ihtiyaçlar oluşturulabilir insanlar için. Örneğin sosyal medyadaki beğeni butonlarını ele alabiliriz. Dikkat ederseniz Facebook, Twitter, Instagram gibi günümüzün en çok tercih edilen sözde sosyal mecralarında ‘’beğenmeme’’ gibi bir buton yoktur. Çeşitli reklamlarda bile ‘’likelamak’’ diye Türkilizce(!) bir kelime kullanıldığını görebilir ve insanların birbirlerini beğenmek/beğendirmek için zorladıklarına şahit olabilirsiniz. Neresinden tutarsak elimizde kalacak bir yaşam tarzı… Öncelikle ‘’likelamak’’ kelimesinden başlayabiliriz.
Türkçe’ye sokuşturulan günlük hayatımızda kullandığımız birçok yabancı kelime vardır. Bu kelimelerin önemli bir kısmı Arapça’dan, bir kısmı Farsça’dan, bir diğer kısmı ise Avrupa dillerinden gelmektedir. Bir ülkeye karşı güçlü iseniz eğer orayı kültürünüzle etkilersiniz ve bu durum dile de ister istemez yansır. Aynı şekilde bir ülkeyi geçmişinden koparmak ve kültüründen uzaklaştırmak isterseniz de o ülkenin dilinde yapacağınız oynamalar sizi başarıya ulaştırabilir. Muhtemelen ‘’yoğurt, bulgur’’ gibi kelimeleri de Türk devletleri güçlü olduğu zamanlarda diğer ülkelere vermiştir. Dini anlayışımızdan dolayı bizler de Arapça’dan birçok kelime aldık zamanında, zaten Araplar da o zaman güçlenmişlerdi ve bilim dili yine Arapça’ydı. Günümüzde de teknoloji pazarında kimin payı daha büyükse bize de, başka ülkelere de o teknoloji ve bilim yoluyla kelimeler gitmektedir. Bu da bilgisayar çağında yaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor sanırım. Bugün akıllı telefon kelimesini ‘’smart phone’’ kelimesinden Türkçe’ye çevirdiğimiz düşünülse de ‘’telefon’’ kelimesinin zaten İngilizce oluşu gözlerden kaçmaktadır artık. Dil önemlidir. Dil, kültür demektir. Önemsiz gibi gözükse bile dilimize sahip çıkmak zorundayız. Amerikan rüyasının yanlış bir şekilde yayılmasından dolayı günden güne Türkçe’yi ve kültürümüzü kaybettiğimiz günleri yaşıyoruz maalesef. Bu konuda rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun ‘’Bye Bye Türkçe’’ kitabını okuyabilirsiniz. Bu bir.
Ne diyorduk, likelamak… Bir like butonu için insanların çektikleri fotoğraflarda şekilden şekle girdiklerine de şahit olabilirsiniz. Dudaklarını büzerek çekilen fotoğraflar, zafer işareti yaparken parmakların iç tarafı dışa dönük ise sevgilim yok, içe dönük ise sevgilim var diye müthiş anlamlı pozlar, yediği yemeğin yapılırken, yemeden önce ve yemekten sonraki halinin kolajı gibi paylaşımlar şu anda moda. Yarın bir gün amuda kalkarak fotoğraf çektiren ünlüleri televizyonda görünce, birkaç Instagram fenomeninin de aynı şeye destek vermesiyle birçok kendisinden bihaber insanın aynı şekilde fotoğraflar çektirdiğine şahit olabilirsiniz. Belki de moda olur, kim bilir… Daha çok beğenilecek diye yapılmayan şey kaldı mı? Kalacak mı? Bu da insanın doyumsuzluğundan kaynaklanan durumlardan birisidir aslında. İnsan doyumsuz oluşunu, beğenilme arzusunu bu gibi yerlerde gidermeye çalışıyor. Asıl doyum duygusunu nerede bulacağını bilmeyen, içten içe kendini gerçekleştirme arzusunda olup da bu arzusundan haberi bile olmayan insanların daha neler yapacağını göreceğiz hep birlikte.
İşin gerçeği şu ki insan; aceleci/hırslı/sabırsız/tahammülsüz yaratılmıştır.
(70:19)
Doyumsuz ve aç gözlü olarak davranmaya devam edersek, tüketim çılgınlığını da cebimize koyarak ne satılırsa alacak olan ve kapitalist dünya düzenine ayak uydurup bundan zevk alan en iyi ülkelerden biri olacağız zamanla bu da iki. Gerçekten ihtiyaçlarımız neler, neyi alırsak israf etmeliyiz diye düşünmemiz gerekirken iPhone 7 kuyruğuna girecek kadar gözlerimizin kapalı olması, İslam dinine bağlılık derecemizi açıkça ortaya koymuyor mu? Allah uyarmıştı:
Yiyin, için fakat israf etmeyin.
(7:31)
İşte yapay ihtiyaçlar, işte o ihtiyaçlar için çalışan/sömürülen ama farkında bile olmayan insanlar. Reklamı yapılan her şeyin alınması gereken birer eşya olduğuna ikna olmuş bir topluluktan; harcamalarını ve birikimlerini kontrol ederek yardıma muhtaç insanlara yardım eden, ihtiyaçlarından fazlasını fakirlerle paylaşan iyilik toplumuna ulaşmak gün geçtikçe zorlaşıyor.
‘’En sinsi düşman, farkında olmadığın düşmandır.’’
Farkında olmadan şeytana hizmet ettiğini düşündüğünüz insanlar veya toplumlar var mı? Ortadoğu’da bunun büyük örneklerini görebilirsiniz. Çoğunluğu müslüman olan Ortadoğu ülkelerinde Allah’ın Kuran’da
Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.
(3:103)
demesine rağmen ısrarla bölünmek, parçalanmak nimettir diyen sözde hocalar mevcuttur. Yani ucunu bucağını görmediğimiz onlarca yol var diyelim ki. Bunlardan dosdoğru, gerçeğe ulaştıran bir yol var ve bu yol da besbelli önümüzde duruyor. Fakat diğer yollar da Allah’a ulaştırdığını söylüyor; fakat en garanti olan yolu da yine görüyorsunuz. Hangisini seçersiniz? Şeytan sanki
‘’Beni azdırmana yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerine kurulacağım.’’
(7:16)
dememiş gibi yaşayıp, Müslümanlık iddiasında bulunmanın amacı ne olabilir? Allah’ın dosdoğru yolundan, Kuran’dan ayrılmak demek dosdoğru yoldan sapmak demektir. Acaba yeterli mi görmüyoruz ismimizi?
Allah sizi, önceden de şu Kitap’ta da “Müslümanlar/Allah’a teslim olanlar” diye adlandırdı ki, resul sizin üzerinize bir tanık olsun, siz de insanlar üzerine tanıklar olasınız.
(22:78)
Allah bizi müslümanlar/teslim olanlar olarak adlandırmışken
Allah, kuluna Kâfi değil mi, yetmiyor mu? Seni, O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa artık ona kılavuzluk edecek yoktur.
(39:36)
Yani Allah’ın adlandırması bize yetmiyor mu? Sadece Allah’a bağlı olmak da mı yetmiyor? Yani sonuç olarak Allah’a bağlı, ama falan mezhebin filan kolundan bir şeyhe de bağlı olmak ve onlara ömür boyu hizmet (ibadet) ederek bir ömür tamamlamaya çalışmak ne demek oluyor? Bu yapılan şirk değil gibi geliyor değil mi? Müslüman halka şirk nedense öğretilmedi. Ne demekmiş bu şirk ona bakalım önce.
Şirk kelime anlamı olarak ‘’ortaklık’’ demektir. İslam anlayışına göre şirk Allah’ın yanında başka ilahlara da hizmet etmek, hem Allah’ın söylediği yolda hem de başka birilerinin yolunda gitmek demektir. Yani dinin/yaşam tarzının merkezine Allah ile birlikte başka herhangi bir şeyi koymak şirk demektir. Kuran’ın büyük bir çoğunluğu da şirk konusunu işlemektedir. Her cenazede, namazda okuduğumuz Fatiha(Açılış) Suresi’nde bile şirk konusunun üzerinde
‘’Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.’’
(1:5)
diye bir ayetle durulmaktadır. Hatta şirk konusunu anlamak için Fatiha Suresi’nin tümüne bakabiliriz.
Fatiha Suresi
‘’Bismillahirrahmanirrahim.’’
‘’Rahman (Merhametli), Rahim (Şefkatli) Allah’ın ismiyle.’’
Fatiha Suresi bilinenin aksine ‘’besmele’’ ile başlar. Kuran, Allah’ın esirgeyici ve bağışlayıcı özelliklerinin vurgulanmasıyla açılışını yapar ve ‘’Övgü, alemlerin rabbi Allah’adır.’’ diye devam ederek tekrar ‘’Rahman, Rahim.’’ diye ilerler. Bütün övgüler yalnızca Allah’adır. Peygamberler de inananlar da Allah’ı yüceltirler, kendilerini değil… Hiçbir peygamber Allah’ın yanında bana da tabî olun dememiştir. Aksine Allah’tan başkasına kulluk etmeyin diyerek kendilerinin sadece birer beşer olduklarını söylemişlerdir.
‘’Din gününün sahibi.’’
Din kelimesi Arapça lisanında ödül, ceza, yargı gibi anlamlara da gelmektedir. Yani bizim bildiğimiz mahşer gününü ifade eder. Din gününün sahibi de yalnızca Allah’tır. Bugün ‘’kul hakkı’’ diye bildiğimiz kavram insanların çoğuna göre yanlış anlaşılmaktadır. İnananların çoğu Allah’ın ‘’Bana nasıl gelirsen gel de kul hakkıyla gelme.’’ dediğini zannederler. Oysa Allah’ın Kuran’da böyle bir bildirisi yoktur; aksine
“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.”
(4:48)
demektedir. Yani az önce de belirttiğim gibi kul hakkını kulun affetmesi gibi bir durum söz konusu değildir, o günahları da yalnızca din gününün sahibi olan Allah affeder. Eğer hakkı yenen kulun diğer bir kulu bağışlaması düşünülürse Fatiha Suresi’ndeki ‘’Din gününün sahibi.’’ ayetine ters düşüldüğünü rahatlıkla ifade edebiliriz. Yargı gününün sahibi yalnızca Allah ise o zaman günahları bağışlama ve bağışlamama meselesi tamamen Allah’a ait bir meseledir ve hiçbir yaratılan bu hesaba ortak değildir. Konuyu tersten düşündüğümüzde de eğer kul affetmiyor ve bir nevi hak yiyen kulu cezalandırıyorsa, bir insana iyilik yapan insanı da yine kulun ödüllendirmesi gerekmez miydi? Fakat öldükten sonra ödül de ceza da sadece ve sadece Allah’a aittir.
Din günü ile ilgili bir bilgi de İntifar Suresi’nde verilmektedir. 18 ve 19. ayetlerde:‘
’Evet, din gününün ne olduğunu bilir misin? O gün kimsenin kimseye yardımı dokunmaz. O gün tüm kararlar Allah’a aittir.’’
denilmektedir.
‘’Ancak sana ibadet (hizmet) eder, ancak senden yardım dileriz.’’
Allah’tan başkasına dua edilmez ve Allah’tan başkasından yardım dilenemez. Allah bunu inananlara kesin bir dille yasaklar. Günümüzde maalesef müslümanlar arasında da gavslardan, şeyhlerden, ölülerden veya peygamberlerden yardım isteyenleri görüyoruz. Onları Allah’ı sevdikleri gibi sevdiklerine şahitlik ediyoruz. Allah insanlar için
‘’De ki: “Allah’ın berisinden, bize yarar da zarar da veremeyecek şeylere mi yakaralım? Allah bize kılavuzluk ettikten sonra ökçelerimiz üstüne geri mi döndürelim? O kişi gibi, şeytanlar kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hale getirmişlerdir. Oysaki onun, “Bize gel!” diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları vardır.” De ki: “Allah’ın kılavuzluğudur gerçek kılavuzluk. Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olmakla emrolunduk biz. ’’
(6:71)
uyarısını yapmaktadır En’âm Suresi 71. ayette de.
‘’Bizi doğru yola ilet.’’
Yukarıdaki ayetlere bakarsak eğer bu ayetten Allah’a hizmet (ibadet) etmeyenler ile yalnızca ondan yardım dilemeyenlerin yanlış yolda olduklarını görürüz. Peki nedir doğru yol? Kuran’da başka ayetlerde de belirtilir ama en azından bir ayetle örnek verelim, Al-i İmran Suresi’nin 51. ayetinde:
‘’Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz; O’na kulluk edin. Budur doğru yol.’’
denilerek doğru yolun sadece Allah’a kulluk etmek olduğu vurgulanıyor.
Aslında Fatiha Suresi’nin 6. ayeti 5. Ve 7. ayetleri birbirine bağlayan bir köprü gibidir sure içerisinde… Nitekim 7. ayet şöyledir:
‘’Gazaba uğrayanların ve sapmışların değil; kendilerine iyilikte bulunduğun kimselerin yoluna…’’
Gördüğümüz gibi 5. ayette bahsedilen ancak Allah’a ibadet eden ve yalnızca ondan yardım dileyenlerin nimet verilenlerden olacağı ve geriye kalan kısmın ise gazaba uğrayacağı söylenmiştir. Aynı zamanda Fatiha Suresi bir dua niteliğindedir ve Kuran’ın öz mesajlarını içinde barındırır.
Yani şimdi parçalanır fırkalara ayrılırsak ve Allah’ın dışında dine helal veya haram sokuşturanların peşinden gidersek başımıza neler gelebilir? Maalesef böyle yaparsak zamanın Mekke müşriklerinden farkımız kalmaz. Nitekim Mekke müşrikleri de kendilerinin müşrik olduklarına inanmamışlar, yerleri gökleri ve her şeyi Allah’ın yarattığını söylemişler ve geçmişteki bazı isimlere de inanarak bunları Allah’a ulaşmak için kullandıklarını ifade etmişlerdir. Lât, Menat ve Uzza, Mekke müşriklerine atalarından kalmış bir takım isimlerdir. Geleneklerini devam ettirmek için bu isimlerden vazgeçmemişler ve Muhammed peygamberle savaşma yoluna gitmişlerdir. Bu davranışın aynısını şu anda Ortadoğu halklarında da görebilirsiniz. Allah, Kuran’da haram olan şeyleri sıralamıştır ve bundan sonra haram üretecek insanların da durumunu belirtmiştir.
Yalan düzerek Allah’a iftira etmek için, dillerinizin uydurma nitelendirmeleriyle “Şu helaldir, şu da haramdır!” demeyin. Yalan düzerek Allah’a iftira edenler kurtulamazlar.
(16:116)
ayetiyle helal veya haram belirlemelerin Allah’a iftira etmek olduğu apaçık ortaya konulmuştur. Allah’ın yerine helal veya haram düzenleyenlerin yolundan gitmek de, şeytanın dosdoğru yoldan saptırdığı insanlardan olmak anlamına gelmiyor mu? Yukarıda da ifade ettiğim gibi şeytana hizmet etmenin diğer bir yolu da Allah’ın dosdoğru yolundan ayrılmış olmak ve kendilerine ‘’Müslüman’’ ismi dışında başka isimleri de yakıştırmaktır. Onun için mezhepler eğer Allah’ın dosdoğru yolundan, Kuran’da bulunan ayetleri hiçe sayarak ayırıyorsa insanları, terk edilmelidir. Yoksa şeytanın oturduğu dosdoğru yolda ayağımız takılır ve düşeceğimiz yer de Allah’ın merhametinden uzak yerler olabilir. Sonuçta affedilmeyecek tek günah
‘’Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah’a şirk koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir.’’
(4:48)
ayetinde açıkça ortaya konulduğu gibi şirktir.
‘’Müslüman şuurlu olmalıdır.’’
Şuurlu olmak ancak ve ancak aklı kullanmakla olur. Zaten Kuran’ın birçok yerinde aklın önemine vurgu yapılmıştır. Eğer bugün size aklınızı kullanmayın, nakledilenlerle idare edin deniyorsa bunu diyenlerden gerisin geri kaçıp uzaklaşmanız gerekir. Çünkü Yunus Suresi 100. ayette
‘’Allah, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.’’
diye muazzam bir ifade geçmektedir. Aklı ilahlaştırmaktan değil, aklı işletmekten bahsediyorum. Aklı kullanmak kritik düşünme ile olur öncelikle. Kritik düşünmenin beş ana maddesi vardır.
Öncelikle duygulardan ziyade, mantığa dayanan; kanıta ihtiyaç duyulan, görünüşteki karışıklıkların analizini yaparken ve sorular sorarken haklı olmaktan ziyade en iyi açıklamayı bulmakla ilgilendiğimiz düşünce şeklidir kritik düşünme bu bir.
Dürtülerin ve ön yargıların etkilerini tartıp ona göre belli sonuçlara ulaşma çabasıyla birlikte kendi yargılarımızdan, yanlılığımızdan arınmış bir şekilde düşünebilmektir yine kritik düşünme ki bu da 2. maddemiz oluyor.
Bencil dürtüler, kötü amaçlar ve fena emellerimiz ile birlikte kendimizi kandırma biçimlerimizi fark etmek ile mümkün olabilecek bir düşünme şekli ki bu da bizim 3. maddemiz.
Bütün makul çıkarımları değerlendirip, muhtemel farklı bakış açılarını da değerlendirerek (alternatif yorumlara açık olmaktan bahsediyorum) popüler olmayan görüşleri hemen elimizin tersiyle itmeden düşünebilme şekli de “kritik düşünme” modelimizin dördüncü maddesini oluşturuyor.
Titiz, dikkatli, kapsayıcı ve ayrıntılı olarak; aynı zamanda ani yargılamalardan kaçınma ile hile ve mantıksız çağrışımlardan uzaklaşmak gereklidir kritik düşünürken (aklımızı kullanırken) ki bu da eder beş.
Aslında bu maddelerin tamamı beş tane değil ama bütünüyle bunları başarabildiğiniz zaman birer “kritik düşünür” olarak hayatınıza yön verebilirsiniz ve şöyle özellikleriniz çıkar ortaya:
1- Kritik düşünürler şüphecidirler. Duyduklarına karşı şüpheyle yaklaşırlar ve bunun kötü bir şey olmadığını bilirler (art niyetli olmazlar)
2- Kritik düşünürler durağan değil hareket halindedirler. Soru sorar ve analiz ederler. Anlamları ortaya çıkarmak veya doğrulamak için somut veya akılcı soyut deliller ortaya koyarlar.
3- Egoist bakış açısını benimsemezler.
Şimdi bunun tam tersini yani bu saydıklarımı yapamayan insanları ele alalım. Eminim çevreniz şu tür insanlarla dolu: Onlar, kendi düşüncelerini tek doğru kabul eder ve buna sadece inanmayı tercih ederler. Kendi bakış açılarını tek hassas bakış açısı olarak kabul ederler ve onlara göre bildikleri şey en doğru şeydir. Hedeflerini dahi tek doğru hedef olarak görürler. Birbiriyle ilişkili hususların, ilişkili olduklarını kavramakta bile zorluk çekerler. Onlara göre hayat siyah ve beyazdan ibarettir. Yani ya onun tarafındadırlar ya da bunun tarafında.
‘’Dünyadaki temel sorunların başında da kritik düşünmeden yoksunluk vardır.’’
Şimdi biraz ayetlerden gidelim.
Bakara 170 (2:170) der ki:
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun,” dense, “Hayır, biz atalarımızın izlediği yolu izleriz,” derler. Peki, ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?!
Âl-i İmran 190 (3:190) da şöyle der:
Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıllarını/gönüllerini işletenler için çok ibretler vardır.
Enfâl 22 (8:22) şöyle der:
Allah yanında, yaratıkların en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.
Şimdi de “kritik düşünme” ile ilgili söylediklerimin tamamını destekleyen müthiş bir ayete bakalım:
Zümer Suresi 18. ayet (39:18) şöyle çarpıcı bir gerçeği ortaya koyar:
Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. Onlar, Allah’ın yol gösterdiği kimselerdir. Onlar akıl sahipleridir.
Aklını kullanmayan toplumların dünya hayatında başarıya ulaşmaları elbette düşünülemez. Bunun için iki tane atom bombası yemiş, sayısız deprem ve tsunami felaketleri atlatmış Japonya’ya bakabilirsiniz. Oturtmuş oldukları düzen ve çalışkanlıkları sayesinde teknoloji alanında ve daha birçok alanda başarıya ulaştıklarını gördüğümüz Japonya, hayatımızı kolaylaştıran teknolojiler ve bunların satışlarından elde ettikleri gelirle dünyada G8 ülkeleri arasına girmeyi başarmıştır. [4]
İslam devletinin ilk yüzyıllarındaki başarılara bakmak istiyorsak El-Cezeri, Harezmi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, Biruni gibi önemli bilim insanlarını iyi tanımamız gerekir. Bunlardan El-Cezeri’ninsibernetiğin ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilir. Ayrıca Leonardo da Vinci‘ye ilham kaynağı olduğu düşünülür. İsminden de anlaşılacağı üzere kendisi Cizre’li. Biruni, matematik, astronomi, kimya, tıp (ki bir kadına o zamanlarda sezaryenle doğum yaptırmayı başarmıştır) ve botanik alanlarında eserler vermiş, boş yaşamamış bir insandır. İbn-i Sina’yı anlatmamıza sanırım gerek yok. Harezmi ise cebir alanında muazzam eserler vermiş sıfır rakamını ve bilinmeyen sayı olarak kullandığımız ‘’x’’i ilk defa kullanan bilim insanıdır. [5] Ayrıca bu adamların çoğu Yunan filozoflarının eserlerini kendi dillerine çevirmiş ekleme ve eleştirilerini yaparak felsefe alanında da büyük gelişmeler yaşatmıştır İslam coğrafyasına. Bilgiyi sevmekten doğan felsefenin ise bugünlerde sözde hocalar tarafından aşağılandığını, insanlara günah olarak sunulduğuna şahit olabilirsiniz. Hatta bilim alanında gelişmelerimiz o kadar çoktur ki Endülüs’te bıraktığımız eserlerin çoğu daha sonra yakılmasına rağmen kalan kitaplarla müthiş bilimsel gelişmeler yaşanmıştır Avrupa’da. Pierre Curie bu konuda ‘’ Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.’’ [6]
Aklı kullanmak bu kadar önemliyken, aklınızı falan şeyhe filan hocaya teslim edin ki bu hocalar, şeyhler sizi cehennem azabından kurtaracak diyenlere inanmak, onlara uymak Allah’ın emirlerine bizzat karşı çıkmaktır, isyan etmektir. İnsanın şirk içerisinde olup olmadığını anlaması için kesinlikle aklını kullanması gerekir. Nice toplumlar kendilerinin doğru yolda olduğunu zannedip de aslında şirk içerisinde olduğunu fark edemeden helak olup gitmiştir. Din, akıl ile bütünleşmiş bir hâldedir. Fakat buradaki akıl vurgusuyla, akılcılık[7] birbirine karıştırılmamalıdır.
Sorgulamalarımızı ne denli tutarlı yapıyoruz veya karşımıza çıkan şeyleri ne kadar sorguluyoruz? Dini sorgulamak doğru mu? Dinî anlamda sorgulamak kelimesinin kendisinden bile nefret eden insanlar görmüşsünüzdür. Dinin bütünü tamamen ‘’iman meselesidir’’ diyerek konuyu kapatan birçok insan vardır. Eğer tutup da müslüman birisine ‘’Kuran’ın Allah’tan geldiğini nereden biliyoruz?’’ diye sorarsak ‘’İnanıyoruz işte, bu iman meselesi, imansız mısın?’’ diye karşılık almamız muhtemeldir. ‘’İyi de bunu sormanın ne zararı var?’’ diye bir soru daha sorarsak ‘’Çoğu ateist böyle imanını kaybetti.’’ şeklinde bir cevap alabiliriz ki bu benim bizzat yaşadığım bir diyalogdur. Konuyu araştırmak için Kuran’a başvurduğumda ise İbrahim peygamber ile karşılaştım.
‘’ Kesin bir inanca sahip olması için, İbrahim’e göklerin ve yerin yönetimini şöylece gösterdik: Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de “İşte Rabbim bu!” dedi. Yıldız battığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu. Ay’ı doğarken görünce, “Budur benim Rabbim!,” dedi. Batınca da, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse sapıtanlardan olurum,” dedi. Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü tümüyle, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim. Halkı onunla tartıştı. “Beni doğruya ulaştırmış iken benimle hâlâ Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Sizin ortak koştuklarınızdan korkmam, meğer Rabbim bir şey dilerse… Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Öğüt almıyor musunuz?” “Hem siz, hakkında size hiçbir kanıt indirmediği şeyleri Allah’a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben, ortak tuttuğunuz şeylerden nasıl korkarım!” Şimdi, eğer biliyorsanız, iki gruptan hangisi güvende olmaya/güvenilmeye daha layıktır?’’
(6:75, 76, 77, 78, 79, 80, 81)
‘’Kesin bir inanca sahip olması için…’’ yani gerçeğin ta kendisini idrak edebilmesi, sorgulaması, denemesi, tartması ve tanrının varlığının tabiri caizse aklına yatması olarak değerlendirmek mümkündür bu ayeti. İbrahim’in inancını sınaması, sorgulaması için göklerin ve yerin işleyişi ile olmuştur ki burada Ay’ın ve Güneş’in hareketlerini zaten görüyoruz. Bu bana Mülk Suresi’ndeki şu müthiş ayeti hatırlatıyor:
O yedi göğü kat kat yaratmıştır. Rahman’ın yaratışında her hangi bir kusur bulamazsın. Bakışlarını yönelt de bak; herhangi bir çatlak görebiliyor musun?
(67:3)
bu ayette de görüleceği üzere göğe bakmanın, kozmolojik bulguları değerlendirmenin ve araştırmanın Allah’a giden bir yol olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim big bang teorisi ilk çıktığında öncelikle buna ateist bilim adamları karşı çıkmışlardır. Çünkü büyük patlama diye bildiğimiz olay tanrıya giden yolu biraz daha açmaktaydı. Bu da ateistlerin hoşuna gitmemişti ilk zamanlarda.
Big Bang teorisinin ortaya konduğu zaman dilimi, Marksist ateizmin yükselişte olduğu, pozitivizmin birçok bilim adamınca tek geçerli felsefi sistem olarak kabul edildiği yıllardı. Böyle bir zaman diliminde, ateizmin temel görüş olarak kabul ettiği ve Tanrı’yı devre dışı bıraktığı için pozitivizmin de çok memnun olduğu “sonsuzdan beri var olan evren” fikri yıkılıyordu. Evrenin başlangıcı olduğu fikri ateist bilim adamlarınca “iğrenç” olarak nitelendiriliyordu. Örneğin Sir Arthur Eddington hislerini açık bir dille şöyle ortaya koyuyordu: “ Evrenin başlangıcı olduğu fikrini felsefi açıdan iğrenç buluyorum…” Böyle bir ortamda, Big Bang’e karşı durma çabalarının kökeninde bilimsel kaygılardan çok ideolojik yaklaşımların ve ateizmin psikolojisinin rol oynadığını görüyoruz. [8]
Şu sıralar ateist çevrelerin büyük patlama olmasından öncesinin de olduğunu söylemesi gündemde. Big bang’ten önce yine bir evren vardı ve bu patlamalar sürekli oluyor demeleri bunun doğru olduğu veya tanrının olmadığı anlamına yine gelmez. Zaten bir bilim dalıyla ilgilenmeyi teizmi çökertmek için yapan insanlar, kendi tutarsızlıklarından ötürü gerçeği görmekten sürekli kaçıp, en baştan felsefî hatalara düşmektedirler. Hatta bu bilim(!) insanlarından, çoklu evrenler teorisinin deneysel olduğunu söyleyen profesörler bile vardır. Böyle bir deney olmamasına rağmen…
İbrahim peygamberin sorgulamasından devam edelim. Sorgularken yıldızların, Ay’ın, Güneş’in tanrı olup olmayacağı üzerinde durmuş ve hepsinin eksikliklerini görerek tanrı olmadıklarını saptamıştır. Nitekim Kuran’da da
Âlemlerin Rabbi olan Allah, bütün noksanlıklardan uzaktır.
(27:8)
denmektedir. Daha sonra İbrahim, halkıyla konuyu tartışmış
‘’Hem siz, hakkında size hiçbir kanıt indirmediği şeyleri Allah’a ortak koştuğunuz halde’’
demiştir. Yani halkın taptığı mabudlar hakkında hiçbir bilgisi olmaması, atalarının taptıklarına tapınmaya devam etmesi vurgulanmıştır burada da. Yani halk taptıklarını sorgulamamış, akla uygunluğunu kavramaya çalışmadan ‘’geleneğe’’ uymuştur. Kuran’da ise geleneklere uyarak dinlerini sorgulamayanlar birçok yerde eleştirilmiştir. ‘’Biz atalarımızdan böyle gördük, buna devam edeceğiz.’’ demişlerdir sürekli. Peki şimdi durum nasıl? Neden filanca mezheptensin diye sorduğumuzda çok mantıklı cevaplar alamayız, en yaygın cevap ‘’Ailem de filanca mezhepten, ben de o yüzden bu mezheptenim.’’ diyedir.
‘’Neden inandığını bilmiyorsan, inanmıyorsundur.’’
Neticede verilen ömrü boş geçirmeden, ne iş yapılıyorsa yapılsın katkı sağlayarak, millî bilincimizi yitirmeden, aklımızı kullanarak, kaçınılmaz gerçek olan ölüm konusunu da düşünerek yaşamanın insana yakışır bir yaşam tarzı olduğunu düşünüyorum. Kuran’dan bir dua ile bitirelim:
De ki: “Benim namazım/duam, kulluğum/bağışım, hayatım, ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”
(6:162)
KAYNAKÇA
1- Din tanımı, Encyclopedia.com http://www.encyclopedia.com/topic/religion.aspx#5-1E1:religion-full
2- Futbol Dini Belgeseli, Kalk ve Uyar http://www.belgesell.com/futbol-dini.html
3- Ritüel, TDK http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.56e9af97cc5507.09119966
4- G8 ülkeleri, Wikipedia, https://tr.wikipedia.org/wiki/G8
5- A History of Algebra From al-Khwärizml to Emmy Noether. 1985. s. 4. ISBN 978-3-642-51601-6.
6-Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Temmuz 1979
7-Akılcılık, Wikipedia.com https://tr.wikipedia.org/wiki/Ak%C4%B1lc%C4%B1l%C4%B1k
8-Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, S. 31