Başlık, Mehmet Akif’in bir dizesinden alınmıştır. Arap alfabesindeki ‘‘Kâf’’ harfi ile, iskât, sükût kökünden bir kelimedir. Susturmak, suskun-konuşamaz hale getirmek anlamında kullanılır. Akif de aynı anlamda kullanmıştır.
Allah ile iskât, Allah’ı paravan ve baskı aracı gibi kullanarak insanları susturup sindirmek şeklinde beliren ve faturası ‘‘kutsal’’a çıkarılan bir zulümdür. Bu zulmün tarih içinde en kahırlı ocağı engizisyon oldu.
Zulme, karanlığa, bilgisizliğe, baskıya, miskinliğe karşı çıkmayı iman adamının varoluş borcu sayan Akif, ‘‘kutsal isyanla’’, kutsala fatura edilmiş iskâtın yer değiştirmesini, Müslüman toplumların felaketi olarak görür. Ve İslam dünyasını, üstlerine çöken yapışkan ölüm uykusuna karşı ‘‘haykırmaya’’ çağırır. Çünkü Kuran’ın Allah’ı, susup-pusmayı değil, konuşup düşünmeyi ibadet saymaktadır. Susup-pusanların doldurduğu bir dünya, zulmün egemen olduğu bir dünyadır. Ve Kuran’ın biricik düşmanı, zulümdür. ‘‘Kin ve düşmanlık sadece zalimlere karşı olacaktır.’’ (Bakara Suresi, 193)
Allah ile iskât bir koyu zulümdür, bir koyu karanlıktır. Esasen zulmün kelime anlamı da ‘‘karanlık’’tır. Bu yüzdendir ki, kitleyi bilgisizliğin karanlığında tutmak, insana en büyük zulümdür. Akif, Allah ile iskât deyimini kullandığı şiirinin girişine Kuran’ın şu ayetini koyarak bu gerçeğe parmak basmıştır: ‘‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer Suresi, 9) Ve söze şöyle başlamıştır: ‘‘Olmaz ya… Tabii… Biri insan, biri hayvan.’’
İnsanımız, dört asra yakın bir zaman, Allah ile iskât edenlerin kahrını çekmişti. Yüzyıla yakın bir zamandan beri buna, allahsızlık ile iskât edenlerin baskısı eklendi. Birinci kahır, Doğu hurafelerini ‘‘din’’ adı altında ‘‘takdim’’ eden ‘‘münevver’’den geliyordu; ikincisi ise Batı inkârcılığını ‘‘ilericilik-uygarlık’’ adı altında sunan ‘‘aydın’’dan geliyor. Birinci devrede tokat ‘‘Sus, cehenneme gidersin’’ diye iniyordu, ikinci devrede ‘‘Allah ve din kelimelerini ağzına alırsan yamyam olursun’’ diyerek iniyor.
Düşünmeyi, eleştirmeyi, ‘‘nasıl ve niçin?’’i kurcalamayı emreden bir kitabın iman çocukları, düşünmekten tiksinir duruma getirilmişlerdir. ‘‘İçimize, Allah’ın varlığı hakkında kuşkular düşüyor’’ diyen sahabilerine ‘‘Bu kuşkular, imanın ta kendisidir’’ diye cevap vererek insanoğlunun önünde henüz eşiğine gelemediğimiz bir oluş ve eriş ufku açan Son Peygamber’in ‘‘ümmet’’i, yalan ve hurafeyi dine egemen kılanlar tarafından tabulara teslim edilmiş bulunuyor. Bugün bizler, İslam’ın altın devri olan ilk üç yüzyılın tartışmaya açtığı meselelerin en çok yüzde onunu gündeme getirebiliyoruz. Yaratıcı düşünce bir asfiksi yaşıyor. Bilim ve düşünce adına, eskilerin ‘‘olduğu gibi’’ tekrarı alkışlanıyor.
Dünya ile birlikte yepyeni bir sürece girmiş bulunuyoruz. İskâtın namert tezgâhına yenik düşmemiş Müslümanlar oluşturmak zorundayız. Bunun biricik yolu ise ‘‘bilgi ve şuur seferberliği’’dir. Şikâyetçi olduğunuz iskât türü ne olursa olsun, bu seferberlikte başvurulacak ilk bilgilenme, İslam’ı gerçek yapısıyla öğrenmektir. Günahkâr olmak, din meselesinde söz sahibi olmaya engel değildir. Dinin sahibi Allah’tır ve hepimiz O’nun kullarıyız. Din, günahı olmayanların özel mesleği değildir, Allah’ın tüm kullarını kucaklayan rahmet kurumudur. Dinde eksiklerinizi bir tür ‘‘kozmik bukağı’’ gibi kullanarak sizi dilsiz-düşüncesiz yapmaya kalkan cehennem körükçülerine, ‘‘Allah’ın rahmetinden ümit keserek kendinize zulmetmeyin.’’ (Zümer Suresi, 53) diyen kitabın tavrıyla karşı çıkın. Ve gelin, dini, ana kaynağı Kuran’ın, uygarlığı da yaratıcı kaynağı akıl ve bilginin ışığında yeniden keşfedelim.