Bu soruyu sormadan edemiyor insan. Belki de her birimiz kendimizi ve bizim gibi inanıp düşünenleri en iyi Müslüman örneği olarak görüyoruz. Ancak bizim ya da bir başkasının kendini ne gördüğünün değil, İslam adına Müslümanlık adına yapılan ve görülenlerin bir önemi olduğunu itiraf etmek durumundayız. Belki de ünlü düşünür Muhammed İkbal’in dediği gibi: “Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemek borcundayız.”
Büyük düşünür ve şair Mehmet Akif Ersoy’un şu sözlerine katılmamak da mümkün değildir. Bu sözleri söylediği zamandan günümüze değişen bir şey olmadığı gibi her şeyin daha da kötüye gidiyor olması ise insanın içini acıtan bir gerçektir: “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile… Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”
Tüm dünyada Müslüman nüfusunun çoğalması ile övünüyoruz. Dünya genelinde birçok konu üzerinde en ciddi araştırmaları yapan ünlü PEW araştırma şirketinin verilerine göre 2050 yılında Müslümanların, Hıristiyanlarla aynı sayıya ulaşacağı ve sonrasında Hıristiyanları geçeceğine dikkat çekiliyor. Özellikle Vatikan da bunun farkında ve Hıristiyan nüfusun artması için kıyasıya bir mücadele veriyor. Aslında sayısal çoğunluk zannedildiği kadar önemli değil. Bir düşünsenize, samimi, kaliteli, iyi eğitimli, her anlamda donanımlı ve Kuran’a uygun yaşayan Müslüman sayısını arttırmadıkça sayısal çokluk ne kadar önemli olabilir? Bugün ahlaklı insana örnek olarak bir Müslüman değil de bir Japon gösteriliyorsa herkesin Müslümanlığını sorgulaması gerekir. Bugün İslam denilince akıllara barış, huzur, güven, güzel ahlak ve adalet gelmiyorsa, sayısal çoğunluğumuz ile övünmemiz gereksizdir.
Aliya İzzetbegoviç’in bu konudaki yaklaşımı, durumu gayet güzel özetlemektedir: “Müslümanların hızla artan büyük nüfusuyla övünmemiz, bana şişmanlığıyla övünen ve aldığı yeni kilolardan haz duyan bir adamı hatırlatıyor. Ruhumuza, aklımıza ve başarılarımıza vurgu yapmaya ne zaman başlayacağız? Küçük ve kırılgan bir insanda bile insanlığa katkıda bulunabilecek büyük bir ruh bulunabilir. Gücümüz, bilimimiz, edebiyatımız nerede? Nerede buluşlarımız, küllî iyiliğe katkılarımız?”
Oysa iyilik, adalet ve barışı esas alan, dünyalık hesap yapmayan, kendinden emin olunan, Allah’a yaraşır, inanana yakışır gerçek bir kul olabilmek bu kadar zor olmasa gerek! Peygamberimiz hayatta olsaydı “Çekin o kirli ellerinizi Allah’ın halis dininden ve uydurduğunuz şeyleri dinselleştirmeyin benim üzerimden” diyeceği ne çok “Müslüman” var. Bu yüzden olsa gerek ünlü düşünür ve şair Muhammed İkbal: “Kaçın Müslümanlardan sığının İslam’a” şeklinde çok düşündürücü ve iç acıtıcı bir hakikati ifade etmiştir.
Çalışma boyunca örnek verilen ayetlerden ve dikkat çekilen konulardan da görüldüğü gibi İslam inanç sistemini baskı ve korku unsuru haline getiren dinin sahibi olan Allah ya da bu dini en güzel şekilde tebliğ ederek ve en hassas şekilde yaşayarak bize örnek olan Peygamberimiz değil yanlış algı ve anlayışa sahip olan Müslümanlar ve Müslüman olarak görülen ama asıl amacı İslam’ı özünden uzaklaştırarak kabul edilmesi ve yaşanılması mümkün olmayan bir inanca dönüştürmek olan münafık zihniyetli kişilerdir.
Gerçeği arayan herkes, İslam ile Müslümanların ayrımını en doğru şekilde yapmalıdır. Bunu yapmayan kişi kötü örneklerden hareketle Hz. Âdem’den Hz. Peygambere kadar gelen ve yaratılışımıza son derece uygun olan İslam inancını, akıl ve insanlık dışı kötü bir inanç olarak algılayacaktır.
İnsanlığın kurtuluşu ve modern dünyanın beraberinde getirmiş olduğu hem inançsal hem de psikolojik, sosyal ve ekonomik problemlerin çözümü gerçek anlamda bir inanca sahip olmaktadır. İnsanlık bugün adaletten, merhametten, akıldan, ilimden, düşünmekten, sosyal hak ve eşitlik ilkelerinden, ahlaki ve estetik değerlerden, karşılıklı saygı, sevgi ve anlayış gibi güzelliklerden ve farklılıkların beraberinde getirdiği zenginlikten uzak, duyarsız, sorumsuz, ilkesiz ve bencil bir hayat yaşıyorsa bunun temel sebepleri Allah’ın, dinin ve ahiretin varlığını gerektiği gibi anlayıp kavrayamamış ve yaratılış ayarlarımızı bozmuş olmamızdır.
Ancak gerçeği görmek ve gerektiği gibi en güzel şekilde Allah’a inanarak inancına uygun bir yaşam sürmek isteyen insan için rehber olarak Kuran, örnek olarak da Kuran’da her biri ders niteliğinde olan peygamberlerin hayatları ve mücadeleleri yeterlidir. Kötü örneklere bakarak Allah’tan ve İslam’dan uzaklaşmak kişinin kendisine yapacağı en büyük kötülüktür. Bazı insanların yanlış bir inanç ve kendisini gerçekten uzaklaştıracak bir yol üzerinde olması inanca ve yola küsmemizi gerekli kılmaz. Örneğin araba kullanma ile ilgili temel kurallar hemen her yerde aynıdır ama insanlar bu kurallara uymada aynı değillerdir. Bazı insanlar kötü araba kullanıyor diye kimse araba kullanmaktan vazgeçmiyor, arabayı, kuralları ya da yolu suçlamıyor veya ehliyetini çöpe atmıyor. Dolayısıyla kötü örneklere bakarak Allah’tan ve dinden uzaklaşmak ya da insanların hata ve günahlarını Allah’a ya da dine yüklemek haksızlık olur.
Gerçek anlamda Müslüman olmak, “Müslümanım” demek kadar kolay değil. Müslüman olmaya, dini öğrenmeden önce, insan olmayı öğrenmekle başlanabilir. Dolayısıyla “Nasıl iyi Müslüman oluruz?” sorusunu sormadan önce “Nasıl iyi bir insan oluruz?” sorusunu sormak gerekir. Ne zaman iyi Müslüman oluruz sorusunun cevabı da iman ve eylem bütünlüğü olduğu zamandır. İman etmek, imanın gereklerini yerine getirmek değildir. Olması gereken budur ancak çoğu zaman kendi istek ve arzularımızı Allah’ın rızasının önüne çıkarttığımız için imanımız ile eylemlerimiz arasında tutarsızlıklar sergileriz. Bu yüzden olsa gerek Kuran ayetleri sadece iman etmeyenlere değil iman edenlere de uyarı niteliğindedir. Çalışmamızın kapağında da kullandığımız son derece anlamlı olan ayette: Ey iman edenler! Hep birlikte İslam’a (teslimiyet yoluna) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır (Bakara 208) denilmektedir. Görüldüğü gibi İslam’a yani teslimiyet yoluna davet edilenler zaten iman etmiş olanlardır.
Başka bir yerde benzer şekilde bir davet görülmektedir: Ey iman edenler! İman edin Allah’a, O’nun elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba! Zira kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse, işte o derin bir sapıklığı boylamış olur. (Nisa 136). Görüldüğü gibi Allah’a, elçisine, vahye ve ahirete gününe iman etmeye çağırılanlar zaten iman etmiş olanlardır. Demek ki biz farkında olmasak da imanımızı teslimiyet yolu olan İslam’ın temel ilke ve değerlerinin dışına çıkarmakta ve bu yüzden de Allah tarafından uyarılmaktayız.
Bir önceki ayet esasen iman edenlerin neden gerçek anlamda iman etmeye çağırıldıklarını özetler mahiyettedir: Siz ey iman edenler! Kendinizin, ebeveyninizin ve akrabanızın aleyhine de olsa, Allah için hakka şahitlik yaparak daima adaleti tesis etmeye çalışın. O kimse zengin olsun fakir olsun, Allah’ın hakkı onların her birinin önüne geçer. O halde kendi arzularınıza uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Ama eğer hakikati çarpıtırsanız ve(ya) şahitlikten kaçınırsanız bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa 135). Ayetten de görüldüğü gibi iman edenlerin yakınları aleyhinde bile olsa Allah için adaleti ve şahitliği gözetmeleri ve gerçeği saptırmaktan uzak durmaları gerekmektedir. Çünkü gerçek anlamda iman etmiş olmak için her şeyin yaratıcısı ve mutlak anlamda sahibi olan Allah’a güvenip dayanmak ve güvenilir bir insan olmak gerekir. Bu gerçeğin de birkaç ayet önce ifade edildiği görülmektedir: Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz. (Nisa 132)
Bedevilerin iman ettik beyanları üzerine Kuran ayetinde şu şekilde bir cevap verilmiştir: Bedeviler, ‘İman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz; ancak ‘İslam (teslim) olduk’ deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. (Hucurat 14). Demek ki bir kişinin Müslüman olduğunu ifade etmesi, gerçek anlamda iman etmiş olması anlamına gelmemektedir.
Yine ayetlerde gerçek anlamda iman etmemesine rağmen iman ettik diyenlerden söz edildiği görülür: Ey resul! Kalpleri inanmamış olduğu halde ağızlarıyla “inandık” diyenlerin inkârda yarışırcasına koşanları seni üzmesin. Yahudilerden bazıları yalancılık etmek için dinlerler; huzuruna çıkmamış olan başka bir topluluk için dinlerler. Yerlerine oturmuş kelimeleri, yapılarını bozup değiştirirler. “Size şu verilirse alın, eğer o verilmezse çekinin.” derler… (Maide 41). İmanın kalbe yerleşmesi yani içselleştirilmiş bir iman ile kişinin eylemlerinin uyum içinde olması gerekmektedir: Allah, size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi ve gerçeği inkâr etmeyi, günah işlemeyi ve (güzel olan şeylere) karşı çıkmayı size çirkin gösterdi. İşte bunlar, doğru yönü izleyenlerdir. (Hucurat 7)
Allah kendilerinden kesin söz almış olmasına rağmen Allah’a vermiş oldukları sözü tutmayarak itaatsizlik eden ve gerçekten yüz çeviren İsrailoğulları’na yapılan uyarı da iman ve eylem tutarsızlığını ortaya koyan bir diğer örnektir: De ki: Eğer inanan kimselerseniz, imanınız ne kötü şey emrediyor size! (Bakara 93). Gerçek bir inancın insanı Allah’ın rızasına uygun sorumluluk sahibi ve duyarlı bir birey kılması ve ona, insan onuruna uygun hayırlı ve güzel şeyler yaptırması gerektiği açıktır. Gerçek anlamda iman etmemiş kişiye ise gerçekten uzak bir şekilde inandığı şeylerin yaptırmayacağı bir şey yoktur. Bu kişiler inanmalarına rağmen vahyin bir kısmına inanıp işlerine gelmeyen kısmını yok sayanlar gibidirler: Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısmını yurtlarından çıkaran -ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düştüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlerdiniz. Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey olmayacaktır. Ahirette ise azabın en acıklısına mahkûm olacaklar. Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir. (Bakara 85)
Bugün, iman etmiş olmalarına rağmen birçok Müslüman’ın imanına zulüm, adaletsizlik, haksızlık ve merhametsizlik bulaştırarak imanlarını kirlettikleri görülmektedir. Yine bugün, birçok Müslüman’ın Allah’ın Kitabı’nı dikkate almadıklarını anlamak zor değildir: İman edip de imanlarını herhangi bir zulümle kirletmeyenler var ya, güvende olma/güvenilir olma işte onların hakkıdır; doğruyu ve güzeli yakalayanlar da onlardır. (En’am 82)
Yine Kuran ayetleri Allah’ın apaçık delillerine rağmen birçok insanın imanına şirk bulaştırmadan yani yalnız Allah’a ait olan nitelikleri başkalarına da yakıştırmadan Allah’a iman etmediği gerçeğini gözler önüne sermektedir: Kaldı ki, göklerde ve yerde nice ayetler, işaretler var ki, onlar (üzerinde düşünmeden) sırtlarını çevirerek yanlarından geçip gidiyorlar! Onların çoğu şirke bulaşmış olmadan Allah’a iman etmez. (Yusuf 105-106)
Demek ki ayetlere göre iman etmek ya da iman eden biri olduğumuzu düşünmek yeterli değildir. İmanın hakkını vermek yani başka bir ifade ile neden iman ettiğimizin bilincinde olarak taklit değil tahkik etmemiz gerekir. Çoğu Müslüman için iman, Müslüman bir ailede doğması sebebiyle edindiği bir değerdir. Neden iman ettiğini sorgulamadan ve imanını gerektiğinde savunulabilir delile dayalı bir temele dayandırmadan edinir. Şüphesiz haksızlık, zulüm ve şirke bulaştırılmamış her iman kendi içinde anlamlı ve değerlidir. Ancak İslam’ın insandan istediği iman taklidi iman değil tahkiki yani doğrulu üzerine düşünülüp sorgulama yapılan ve hem içsel hem de dışsal delillere dayalı olan imandır.
Taklidi imanda kişi hangi ailede dünyaya gelmişse genellikle o ailenin inancı üzerinde olur ve çoğu zaman gerçeği gerektiği gibi düşünüp sorgulamaz. Örneğin Budist bir ailede doğan kişi Budist olarak yaşar ve tek gerçeği Budizm olarak kabul edip benimser. Muhtemelen neden Budist olduğu sorulsa ailesinden ve içinde bulunduğu toplumdan dolayı Budist olduğunu ifade eder. Aynı şey, inancını sorgulamamış ve Allah’ın ayetlerinden habersiz iman etmiş bir Yahudi, Hıristiyan ya da Müslüman için de geçerlidir. Bir kişiye inancı sorulsa ve cevap olarak Müslüman olduğunu beyan etse neden Müslüman olduğu sorulduğunda muhtemelen vereceği cevap, bir Budist’in vereceği cevaptan çok farklı olmayacak ve neden Müslüman olduğunu gerektiği gibi ifade edemeyecektir.
Demek ki bu iki örnekte olduğu gibi Budist olan kişi Müslüman bir ailede, Müslüman olan kişi ise Budist bir ailede dünyaya gelmiş olsalardı inançları da haliyle farklı olacaktı. Bu tarz bir iman anlayışı İslam’ın ruhuna uygun değildir. Çünkü Allah Kuran’daki yüzlerce ayetinde gerçek bir iman için gerektiği gibi aklımızı işletip düşünmemizi, okuyup araştırmamızı yaratılışımıza uygun hareket etmemizi söyleyerek bizi gerektiğinde savunulabilir, makul ve delile dayalı bir imana davet eder. Ancak böyle bir imanda inanç ve eylemler birbirini tamamlar ve ancak bu iman, insanın inancına uygun yaşamasını sağlar.
Gerçek iman beraberinden tutarlı olmayı gerektirir. İman eden kişi bazen iman edip bazen iman etmeyen biri gibi davranamaz. İşine geldiği şeylere iman edip işine gelmediğini düşündüğü şeyleri yok sayamaz. Allah’a iman ediyorsa, Allah’ın ayetlerini dikkate almadan, o ayetlerden habersiz, atadan dededen gördüğü gibi bir hayat yaşayamaz.
İslam’ın Müslümanlar üzerinden yargılanacak bir din olamayacağının göstergesi, insanların gerektiği gibi inanmıyor ve ya da inancına uygun davranmıyor olmalarıdır. İslam her türlü insani görüş ve kabulün ötesinde, Allah’tan gelen üstün değerler sistemidir. İslam’ı mensupları üzerinden değil kendi öğretileri üzerinden değerlendirmek ve benimsemek gerekir.
Not: Bu yazı, Emre Dorman’ın İslam Ne Değildir? isimli kitabından alınmıştır.