Yalnızlık

Yalnızlık

Selam azizim,

Zaman geçer ve seninle büyüyen tek şey derdin olur. O geçmişte yaşadığın mutluluk bir özlem çukuruna düşer; ararsın ama bir türlü bulamazsın. Geleceği de bir umut yıldızına dönüştürürsün; uzatırsın ellerini ama  dokunamazsın. Öyle yapayalnız kalırsın kendi başına. Kimileri çığlık atar, kimileri ağlar, kimileri kızar, kimileri duvarı yumruklar. Kimileri ise gider en kötüsünü yapar benim gibi; Sessiz kalır. Artık sözcüklerin dile gelmesini istersin. Biri çıkar yalnızlıkla ilgili bir kaç tespit yapar; “aa evet lan! beni anlatıyor” dersin, tatmin olursun. Sen onu kelimeye dönüştürememiştin zira. Şimdi ise ismi konulmuştur o hissin. Peki ya içine düştüğün yalnızlığı anlatan hiçbir kelime yoksa! Sözcüklerin bunu ifade etmeye gücü yetmiyorsa! N’aparsın? Daha beter olursun.

Hissettiremezsin yalnızlığını… Paylaşılmayan tek şeydir belki de. Arkadaşlarının yanında şen-şakrak olursun, anıra anıra gülersin. Birkaç espri yaparsın; “he he çok komiksin lan” tepkisine maruz kalırsın. Çok ağır gelir sana o kelime, anlayamazlar. Güler geçersin. Zira bilmezler yalnızlığını örtbas etmeye çalıştığını. Anlatırsan; “İş sandığın gibi değil birader” deyip söze başlarlar ve daha çok nefret edersin ondan. Kelimeleri tiksindirir seni. Tahammül edemezsin yüzeysel samimiyetine.

Çift kişilikli olursun zamanla. Bir taraftan fırlama bir çocuk, diğer taraftan küçük Emrah gibi örümceğe dönüşen bir canlı türü.

Bu hayatta güçlü olmak o kadar önemli değilmiş hacı. Önemli olan kendini güçlü hissetmekmiş. Öyle hissediyorsun bir süreliğine. Ama o yalnızlık  yaklaştı mı, acizlik sarıyor bedenini bir migren gibi. Basit bir şey bile korkularını harekete geçirir oluyor. Evcil köpeklerden korkmaya başlarsın. “Koskoca adamsın” derler, cevap veremezsin. John Coffey  olursun.

“Lütfen patron, o şeyi yüzüme kapatma, beni karanlıkta bırakma. Ben karanlıktan korkarım” dersin.

Herkes bırakır. Gündüz seni bırakmayan gölgenin geceleyin yanında olmadığını görürsün. Yalnızlıkla yalnız kalırsın. Kendi yalnız kalmaz oysa. Her gün birilerini alır yanına. Kendinden bir şey eksiltmez. Aksine çoğalır, karadeliğe dönüşür; görünmez, görüneni yutar.

Sonra arayışa geçersin. Hocaların, din adamlarının korkutucu bazen de güldürücü sohbetleri arasında Allah’ı bulmaya çalışırsın. Belki o çözer diye ümitlenirsin. Ancak o hocaların, çelişkilerle dolu argümanlarının arasına sıkıştırdıkları yüzeysel samimiyetlerini  fark edince soğursun. Sonra ateist olursun. Bağımsız olmakla özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırsın. Ama her şeyin senle içli dışlı olduğunu anladığında, o korkunç yalnızlığa gene düşersin. Tevrat okursun sonra. Birkaç kelime haricinde seni tatmin eden bir şeyin olmadığını görürsün. İncil’e göz atarsın, Brahmanizm’e bakarsın, Hinduizm’in kast sisteminde kalırsın, Budizm’le Nirvana’ya ulaştığını sanırsın.

Yok yok, yalnızlıktan bir türlü kurtulamayacağını zihnine kazırsın. Canın sıkılır git gide. Yalnızlığın resmini çizersin ilkokul defterine. Gece 3 oldu mu, bir şeyler yazmak gelir içinden. Evin içinde kalem aramaya başlarsın, elindeki kalemi hissetmezsin bile. Yalnızlık öyle koyar adama. Aksilik bu ya, elektrikler kesilir sonra. Uyumaya çalışırsın, uyuyamazsın. Mum ışığıyla idare edersin. Kelimelerin tükenmez ama o mum tükenmeye başlar. Jöle kıvamındaki eriyen mum yağlarından bir mum yaparsın. O eriyince bir daha yaparsın. Onu sabaha yetiştirmekle geçer gecen. John Coffey olmuşsundur artık. Karanlık korkutur seni.

Kuran’a bakmayı denersin, hocaların ve mezheplerin anlayışlarından bağımsız olarak. Açarsın ilk sayfasını, anlamazsın ne dediğini. “Cin diyor, yaratılış diyor, iblis diyor, melek diyor, sorular soruyor ama benden bir söz etmiyor” diye çıldırırsın. Yine sıkıntı basar seni, canın sıkılır. Bu sefer rastgele bir sayfayı açarsın ve şöyle bir ayet bulur seni;

 

Andolsun ki, senden önce de ümmetlere elçiler göndermiştik. O ümmetleri, bize yaklaşıp sığınsınlar diye zorluklar ve darlıklarla yakalamıştık. (Enam,42)

 

Ne? Yakınlaştırmak mı? Benim bu sıkıntılarla yalnızlığa yaklaştığımı bilmiyor musun? Her şeyden uzaklaştığımı görmüyor musun? Hem benim sıkıntımı, beni kimin üzdüğünü nerden bilebilirsin?

Sonra başka bir sayfayı açarsın;

 

“Yemin olsun ki, onların söyledikleri yüzünden senin göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hicr, 97)

 

Bilmek mi? Ama bu bir şeyi ifade etmiyor ki. Ben çare istiyorum. Kendi derdim yetmiyormuş gibi bir de bu dünyanın kasvetli haline sabrediyorum. Nasıl bir sabır ki faydasız, boş ve anlamsız geliyor. Ben bittikçe bitiyorum.

Tanrı’yla tartıştığının farkında bile olmuyorsun. Sonra başka bir sayfayı daha açarsın;

 

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)

 

Yardım dilemeye başlarsın. Samimiyetin, O’nu sana yaklaştırır ve sen de O’na yaklaştığını bilirsin. Kelimelere ihtiyacın olmaz, derdini anlatabilmek için. Artık bizim Temel gibi olursun; ”Allahum sen konuyi biliyisun bağa yardum et” dersin.

Sabah namazına kalkarsın. Tam da tabiatın canlanmaya başlayıp, neşe ve huzurun en üst seviyeye ulaştığı anı fark edersin. Kıyamda tüm bu yalnızlığa başkaldırdığını anlarsın. Rüku edersin ve secdede bütünleşirsin. Mutluluğun, huzurun ve coşkunun katlanarak büyür. Akşam namazı, içe dönüklüğün, dinlence vaktinin ve günün verdiği sıkıntılardan kurtulmanın ilacı gibi gelir.

Arayışın namazda son bulduğunu bilirsin zamanla. Yoga, meditasyon ve shirodhara bunun bir tezahürü değil mi? Sabahın erken saatlerinde kalkan insanların “güneşe selam” diyerek başladığı jimnastikleri, bir namaz arayışı içinde olduklarını göstermez mi? Elbette gösterir. Ancak gerçek mutluluğa ve kurtuluşa namazla vesile olabileceklerini bilmezler.

Selam, sevgi ve anlayış…


About the Author
Author

Alkenuta

Comments (14)
Leave a reply

Reply to ASYALI Cancel reply

Name (required)

Website