Şefaate Karşı Tanrı’nın Mükemmelliği Argümanı

Şefaate Karşı Tanrı’nın Mükemmelliği Argümanı

Dinsel bir kavram olan şefaati, “yargı gününde peygamberlerin ve yetki sahibi diğer bazı kimselerin, günahkâr inananları bağışlanması için Tanrı katında ricada bulunarak onların affedilmelerini sağlaması” olarak tanımlayabiliriz.

İbrahimî dinlerde şefaat inancının ilk izlerine Eski Ahit’in bazı apokrif metinlerinde ve Yahudilerin Talmud kitabında rastlanıldığı iddia edilmektedir. Ancak belki de asıl çıkış noktası, Hıristiyanlıktaki Göksel Kurtarıcı inanışıdır. Hıristiyanlığa göre İsa Mesih, kendisi aracılığıyla insanları kurtuluşa ulaştıracak olan tanrısal bir cevher ve kendisine bağlı tüm inananların şefaatçisidir. Hz. İsa’nın niteliğine dair bu inanış Hıristiyanlıkta o denli merkezi bir yer tutar ki, Pavlus öğretisine bağlı bir Hıristiyan hayatı boyunca Tanrı’nın yasasını umursamasa bile İsa’nın kurtarıcılığına olan imanı sayesinde şefaate hak kazanarak ebedi kurtuluşa ulaşabilir.

Öte yandan günümüzde Hıristiyan dünyası, muhtemelen kilisenin de etkisiyle, şefaat kurumunu başka yetki gruplarını da kapsayacak şekilde genişletmiş durumdadır. Bugün Hıristiyanların çoğu meleklerin, elçilerin, şehitlerin ve azizlerin de şefaat yetkisine sahip olduklarına inanmaktadır. Kiliseye göre Hıristiyanlar bu topluluklara şefaat niyazında bulunulabilirler, onlar aracılığıyla yargı gününde kurtulma talep edebilirler.

İslamiyet’in rivayete dayalı yorumunda da şefaat inancı hayati bir konumdadır. Gelenekçi Müslümanlar başta Hz. Muhammed olmak üzere tüm elçilerin, meleklerin ve itibarlı kulların (evliyalar, şehitler, tarikat şeyhleri, cemaat-tarikat liderleri) ahiret gününde büyük günah işlemiş olan inananların bir kısmına şefaat ederek Allah’ı azaptan vazgeçmesi için ikna edeceklerine, böylece inananları kurtuluşa ulaştırabileceklerine inanmaktadır. Böyle büyük bir lütufla şereflendirilebilmek için Müslümanların çaba göstermesi gerekmektedir ve bunun yolu büyük ölçüde şefaat yetkisine sahip olanları razı etmekten geçer. Bundan dolayı toplumda şefaate özel yakarışlar ve fazladan ibadetler yapılır, tespihler çekilir, itibarlı kulların hürmetine Allah’a dualar edilir ve şefaat vaadinde bulunan cemaat-tarikat liderlerine sorgusuz bir şekilde itaat edilir.

Peki Tanrı’nın her şeyi bildiğine, her şeye gücünün yettiğine ve her şeye tanık olduğuna; kısacası Tanrı’nın her türlü eksiklikten münezzeh tek varlık (The Supreme Being) olduğuna iman eden birisi için bu çeşit bir şefaat (aracılık) anlayışına inanmak gerçekten tutarlı mıdır?

Biz bu çalışmada Tanrı’nın mükemmelliğine ve şefaatin var olduğuna bir arada inanmanın tutarsızlık olduğunu göstermeye çalışacağız. Temel iddiamız Tanrı’nın her tür eksiklikten uzak olduğuna inanan bir kimsenin, çelişkiye düşmeden şefaat inancını kabul etmesinin mümkün olmadığıdır.

Kur’an’ın bu şefaat anlayışını kesin olarak reddettiğine inanmamıza karşın, bunun nedenlerini ilerideki bir yazıda ele almak umuduyla erteledik. Bundan ötürü çalışmamızda teolojik ayrıntılara veya ayet yorumlarına girmeyecek, sadece öncüller ve çıkarımlar üzerinden hareket ederek argümanımızı savunmaya çalışacağız.

Argümana giriş yapmadan önce, ileri sürdüğümüz iddianın başta Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar olmak üzere klasik teizmin temel varsayımlarını kabul eden inananlar için geçerli olduğunu belirtmekte fayda görmekteyiz. Tanrı’nın bilgisinin eksik olduğunu, O’nun zamanla yeni şeyler öğrendiğini, dıştan gelen etkilerle değişebildiğini; yani Tanrı’nın mükemmel bir varlık olmadığını savunan kimselere karşı ise argümanımız geçersiz olacaktır.

Argümanın Formatı

Şefaate Karşı Tanrı’nın Mükemmelliği Argümanı toplam dört öncül, iki ara sonuç ve bir nihai sonuçtan oluşmakta ve aşağıdaki şekilde formüle edilmektedir:

Öncül 1: Tanrı, doğası itibariyle mükemmeldir.
Öncül 2: Mükemmel olmanın bir özelliği değişimden münezzeh olmaktır.
Sonuç 1: Öyleyse Tanrı değişimden münezzehtir.
Öncül 3: Fikir değiştirme bir değişimdir.
Sonuç 2: Öyleyse Tanrı fikir değiştirmekten münezzehtir.
Öncül 4: Şefaat bir fikir değiştirmedir.
Sonuç 3: Öyleyse Tanrı şefaatten münezzehtir.

Argüman tümdengelim formatında olduğu için, argümanın sonuçları öncüllerden zorunlu olarak çıkmaktadır. Başka bir deyişle öncüllerin doğruluğunu kabul eden birisinin sonuçları reddedebilmesi mümkün değildir.

Şimdi argümanın doğruluğunu test edebilmek için öncüllerin analizini yapalım ve bir teistin öncülleri niçin doğru kabul edilmesi gerektiğini açıklamaya çalışalım.

Öncüllerin İncelenmesi

Öncül 1: “Tanrı, doğası itibariyle mükemmeldir”

Bu öncül Tanrı’nın tanımı gereği kâmil bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Tanrı’nın tüm mükemmel sıfatlara sahip oluşu, klasik teizmin en temel ilkelerinden biridir. Teistik bakış açısına göre Tanrı, aklen tasavvur edilebilecek en yüce varlıktır. O’ndaki herhangi bir eksiklik (örneğin Tanrı’nın X’i bilmemesi) o eksikliğe sahip olmayan herhangi bir varlığın tasavvurunu (örneğin Tanrı’nın tüm bildiklerine ek olarak X’i de bilen bir varlık tasavvurunu) mümkün kılar ki bu mantıken imkansızdır. Tanrı’nın kısaca bu şekilde ifade bulabilecek olan mükemmellik sıfatı, kutsal kitaplardaki ayet ve pasajlarda defalarca ve çok net bir şekilde vurgulanmaktadır. Sonuç olarak hiçbir Yahudi, Hıristiyan veya Müslümanın bu öncüle karşı çıkması beklenmez.

Öncül 2: “Mükemmel olmanın bir özelliği değişimden münezzeh olmaktır”

“Değişim” sözcüğü basit bir biçimde, “niteliksel veya niceliksel olarak bir durumdan başka bir duruma geçme” olarak tanımlanabilir. Zaman kavramının bu tanıma dahil edilip edilemeyeceği tartışmaya açık olmakla birlikte, değişimin bir farklılaşmayı ifade ettiği kesindir. O halde karşımıza cevaplandırılması gereken şöyle bir soru çıkmaktadır: “Mükemmel bir varlık için farklılaşma mümkün müdür?”

Tanrı’nın niceliksel veya fiziksel anlamda farklılaşması (artması, azalması, oturması, kalkması, bir yerden başka bir yere geçmesi…) kendisinin maddi bir varlık olmaması nedeniyle imkansız görünmektedir. Nitekim kutsal metin yorumcularının tamamına yakını, Tanrı’nın fiziksel durumlarına atıf yapan az sayıdaki ayetin hepsinin metaforik olduğu görüşündedir. Örneğin “Allah’ın Arş’a yerleşmesi” ifadesi “Allah’ın en yüce gökte egemenlik kurması” olarak; “Allah’ın elinin insanların ellerinin üzerinde olması” ifadesi “Allah’ın gücünün insanların gücünden fazla olması” olarak açıklanmıştır.

Metin yorumcuları tarafından savunulan bu yaklaşım makul görünmektedir. Neticede sosyal yaşamdaki bazı nitelikleri betimlemek için bile bu tip fiziksel benzetmeler sıkça kullanılabilmekte ve bunların hiçbirisi yadırganmamaktadır. Örneğin “el elden üstündür” dendiğinde aklı başında hiç kimse birinin parmakları diğerinden daha uzun veya kalın olan iki tane uzvun kastedildiğini düşünmez; bunun gücü veya beceriyi ifade eden mecazi bir anlatım olduğunu bilir.

O halde Tanrı’daki olası bir farklılaşmayı nitelik bağlamında ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır ki burada da karşımıza önemli sorunlar çıkmaktadır. Örneğin değişim niteliksel ise, Tanrı’daki farklılaşma ne yönde olacaktır? Tanrı yeni bir şeyler mi öğrenecek veya daha güçlü bir hale mi gelecektir? Yahut güçten düşüp verdiği bazı kararları revize mi edecektir? Kısacası Tanrı’daki değişim gelişme yönünde mi olacaktır (ki Tanrı mükemmelse daha mükemmel olması imkansızdır), yoksa geriye doğru bir gidiş mi gözlemlenecektir? Eğer Tanrı mükemmelliğini yitirecekse, bu “mükemmelliğini yitirme özelliği” O’nun zaten halihazırda mükemmel olmadığını göstermez mi?

Bize göre tüm bu çelişkiler, Tanrı’nın gerek niceliksel gerekse niteliksel anlamda değişmesinin mümkün olmadığını göstermeye yeterlidir. Dolayısıyla bir teistin “Tanrı değişebilir mi?” sorusuna “hayır” yanıtını vererek O’nun değişimden münezzeh olduğu gerçeğini teslim etmesi mantıksal bir zorunluluktur. Bu durumda da ikinci öncülün doğruluğu kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.

Öncül 3: “Fikir değiştirme bir değişimdir”

Bizce üçüncü öncülün doğruluğu üzerinde tartışmak bile gereksizdir, zira bir varlığın fikir değiştirdikten sonra bire bir aynı varlık olarak kalması tanım itibariyle imkansızdır. Yani bir X fikir değiştirdikten sonra eski durumuna göre artık hiçbir şey değilse bile “fikir değiştirmiş bir X” haline gelmektedir. Sonuç olarak fikir değiştirmenin, doğası gereği değişim olgusunun bir parçası olduğu açıktır; bu da bizi öncülün mutlak anlamda doğru olduğu sonucuna götürür.

Öncül 4: “Şefaat bir fikir değiştirmedir”

Yargı gününde sıradan kullar hakkında azap düşüncesi taşıyan Tanrı’nın, şefaat yetkisine sahip diğer kullarının araya girmesiyle bu kararından cayması açık bir fikir değiştirmedir. Üçüncü öncülün doğruluğu için belirtilen gerekçeler, bizce doğrudan bu öncül için de geçerlidir.

Eğer tüm öncüller doğruysa, gerek ara sonuçların gerekse nihai sonuç olan “Tanrı şefaatten münezzehtir” yargısının doğru olduğunu kabul etmek mantıksal bir zorunluluktur. Böylece Tanrı’nın tüm sıfatlarıyla mükemmel olduğuna iman eden bir teistin, şefaatin bir gerçeklik olduğuna çelişkiye düşmeden inanabilmesinin imkânı kalmamaktadır.

Dua Kavramı Üzerinden Farklı Bir İtiraz

Bize göre teistik açıdan bu sonuca itiraz edilmesi mümkün değilse de, varılan sonuç teistler arasında farklı bir tartışmanın fitilini ateşleyebilir. Bu tartışmada argümanı savunan ve Tanrı’nın mükemmelliğine iman etmiş olan bir tek tanrıcı, gelenekçi bir dindar tarafından şu eleştiriye maruz kalabilir:

“Mükemmel bir varlık olan Tanrı için şefaat mümkün değilse, aynı Tanrı için duaların kabulü nasıl mümkün olabilmektedir?

Bir teist için Tanrı’nın duaları kabul edebileceğini inkâr etmek, kutsal metinlerdeki açık ifadeler nedeniyle mümkün değildir. Peki duaların kabulü de şefaat gibi bir fikir değiştirme değil midir?

Daha açık bir ifadeyle eğer Tanrı’nın bilgisi ezeliyse, X olayının gerçekleşeceğini önceden bilmesi zorunludur. Şimdi X’in gerçekleşmemesi için iyi bir kulun dua ettiğini düşünelim. Eğer dua kabul edilir ve X gerçekleşmezse, o zaman ilk başta Tanrı’nın bilgisinin (X’in gerçekleşeceği bilgisinin) yanlış olduğunu teslim etmek gerekmektedir ki böyle bir durum Tanrı’nın mükemmelliğini zedeler. Öte yandan X zaten gerçekleşecekse, hiçbir dua kabul edilmiyor ve olaylar değişmiyor demektir. O halde Tanrı’nın duaları kabul edebildiğini söyleyen ayetler yanlış olmak zorundadır.

Her halükarda Tanrı’nın mükemmel olması sebebiyle şefaatin olamayacağı argümanını savunan bir teist, duaların Tanrı tarafından kabul edilebileceğini çelişkiye düşmeden savunamaz. Dolayısıyla aynı teistin, şefaat hakkında gelenekçi yaklaşımı eleştirmeye hakkı yoktur çünkü zaten kendisi de aynı durumdadır.”

Böyle bir itiraza karşı, “Eğer Tanrı geleceği biliyorsa, kulun kendisine dua edeceğini de bilir” yanıtının verilmesinde mantığa aykırı bir durum görmemekteyiz. Yani yukarıda verilen örnekte Tanrı hem kulunun dua edeceğini, hem de bu nedenle X’in gerçekleşmeyeceğini en başından beri bilmektedir. Dolayısıyla bu durumda Tanrı için bir fikir değiştirmeden söz edilemez.

Eğer buna karşı “Şefaat için de aynı şey söylenebilir. Tanrı hem kulları için şefaat edileceğini, hem de bu nedenle onların azaptan kurtulacağını en başından beri bilir. Bu nedenle Tanrı için bir fikir değiştirmeden söz edilemez” itirazı gelirse, şefaatin tanım itibariyle “Tanrı’nın kendi azabından vazgeçip değişmesi eylemi” olmasından hareketle bu karşı itiraz çürütülebilir.

Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse şefaat Tanrı’nın değerlendirmesi sonucu azap görmesine karar verdiği bir kulu, itibarlı başka bir kulunun araya girmesiyle affetmesi olgusudur. Bu tanımın bizzat kendisi, Tanrı’nın zihninde bir düşünce olduğunu ve sonradan yapılan bir etkiyle bu düşüncenin değiştiğini söylemektedir. Tanrı’nın zihnindeki düşünceden vazgeçeceğini en başından beri bilmesi, ondan vazgeçmediği anlamına gelmez. Eğer şefaat gerçekleşiyorsa, Tanrı her halükarda fikir değiştiriyor demektir. Yani duanın kabulünde Tanrı’nın zatında zorunlu bir değişim yokken, şefaatin kabulü Tanrı’nın değişimini gerektirmektedir. Başka bir deyişle “Tanrı değişime uğramadan duayı kabul etti” demek mantıken mümkünken, “Tanrı değişime uğramadan şefaati kabul etti” demek “Tanrı değişime uğramadan değişti” demekle eşdeğer olacağı için bu mantıken mümkün değildir.

Zaten kısmen bu nedenledir ki bazı İslam düşünürleri şefaati kabul etmekle beraber onun Tanrı’da bir değişimi zorunlu kılmadığını, çünkü şefaat kavramının gelenekçi bakış açısının iddia ettiği gibi “aracılık” değil “gerçeğe tanıklık” anlamına geldiğini savunmaktadırlar. Bu iddia ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, böylesi bir durumda gerçekten de Tanrı’nın değişiminden bahsedilemez. Ancak neticede konumuz şefaatin aslen ne anlama geldiği değil, toplumda kabul gören şefaat inancının mükemmel Tanrı savıyla bağdaşmadığıdır.

Sonuç

Sonuç olarak savunmakta olduğumuz argüman ve onun en önemli parçası olan Tanrı’nın doğası hakkında pek çok farklı fikir öne sürülebilir ve öncüllerinin savunulmasında kullanılan tezlere karşı farklı eleştiriler getirilebilir. Ancak bu eleştirilerin dikkate alınabilmesi için, gelenekçi teist eleştirilerden daha sofistike olmaları gerektiği ortadadır. IV. bölümde kısaca bahsetmeye çalıştığımız eleştiri bunun örneklerinden biriydi. Fakat her halükarda inancımız, yapılması muhtemel tüm eleştirilere karşı argümanın kendini savunabilecek kadar güçlü olduğudur.


About the Author
Author

yikizler

Leave a reply

Name (required)

Website