Uydurulan Dindeki Koşulsuz Teslimiyet

Uydurulan Dindeki Koşulsuz Teslimiyet

Bir öğretiyi doğru olarak anlamak ve yaşamanın yolu o öğretinin kurucu metniyle mümkündür. İslam’ın kurucu metni de Kuran’dır. Hz. Peygamber ve sahabe İslami bilinci Kuran’dan öğrenmiştir. Bunun içinde Kuran bir Müslüman için başvuru kitabı değil başucu kitabı olmalıdır.
İlk dönem İslam toplumu Kuran’ın öğretileri ve Resulün örnekliğini yaptığı uygulamalarla belirginleşmişti. Toplumun Kuranî değişim sürecini yaşayarak kendisini değiştirmesi (Rad13:11) ile ortaya çıkan olgu, peygamberin ölümünü izleyen zaman diliminde “olumsuz olarak değişim” sürecine yöneldi. Bu devrede İslam’la öteki düşünce sistemlerinin uzlaştırılması, bölgesel olaylar, fıkıh ekolleri, kelam ilmindeki münakaşalar, Şark dinleri ile Hind Tasavvufu ve Yunan Felsefesinin etkisiyle hızlandırıldı. İnançta akait esasları, fıkıhla hukuk ekolleri, felsefe ekolleri, Kuran’ı tefsir ekolleri ortaya çıktı. Ekollerin oluşumu esnasında da Şia-Sünni arasındaki anlaşmazlık ve açılım iyice belirginleşirken ümmet içerisindeki aklî tartışmaların düşmanlıklara dönüştürüldüğü olumsuzluklar yaşandı. Mızraklara takılan Kuran, yaratılıp-yaratılmadığı biçimindeki tartışmanın da odağını oluşturdu.

Kuran bilgilendiren, bilinçlendiren, iman ve şahsiyet oluşturan; varlık alanlarına dair kesin ve çelişkisiz bilgiler sunan; söz ve içerik olarak aynısı ile taklidi imkânsız, muttakiler için hidayet kitabıdır.

İnsanın anlam arayışında yanlış adreslere başvurarak zaman kaybetmemesi ve sonu belli olmayan yollarda kaybolmaması için bir rehbere ihtiyacı vardır. O rehber de Kuran’dır. İnsanın anlam arayışında doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir bilince ihtiyacı vardır. O bilinci kazandıracak Kuran’dır. Çünkü Kuran Furkan (:doğruyu yanlıştan ayıran) dır. Furkan Kuran’ın isimlerindedir (Bakara2:185; Furkan25:1).
“Ey İman Edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir kavrayış (Furkan) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir (Enfal8:29).”

İnsanın anlam arayışına Kuran’ın Furkan özelliğiyle beraber, Allah’ın insanın yaratılış kodlarına işlediği fücur ve takva yetisi de yol gösterir. “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene.’ Ve nefse fücuru (:sorumluluktan kaçma) ve takvayı (:sorumluluk yüklenmeyi) kodlayana yemin olsun ki: Nefsini/benliğini (fücurdan) arındırıp temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu kirletip (potansiyelini) örtense kayba uğramıştır (Şems91:7-10).”

Kuran’ı öncelemenin ve önceleyenlerin karşısına bir takım kadim hurafeler ve modern hurafeler çıkmaktadır. Gelenek, mezhepler, tasavvuf, tarikat ve cemaatler kadim hurafelerden; ılımlı İslam, tarihsellik ve Kuran’a parçacı yaklaşımlar da modern hurafelerdendir.

Din adına uydurulan şeyleri ortaya çıkarmak için dini sadece Kuran’ın denetimine tabi tutmalıyız. Bunu yaparken tartışılmaz, otorite, hata yapmaz vb. şekilde putlaştırılan kişi ve yapılardan dini kurtarmalıyız. Çünkü bu sıfatlarla nitelenen kimselerin toplumda kabul görme oranı oldukça yüksektir. Müslümanların zihinleri Kuran’dan çok bu kimselerin fikirleriyle şekillenmiştir. İnsanlar onların fikirlerinin Kuran’a ters olduğunu açıkça görseler veya onlara gösterilse asla kabul etmezler. “Onların mutlaka bir bildiği vardır.” klişe savunma ifadeleriyle onlara toz kondurmazlar, onları savunurlar. Bu tür sapmalara karşı Kuran bizi Ahzab33:67. ayetiyle uyarmaktadır:
“Ve derler ki “Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.”
Ahiret tasvirleriyle ilgili bir pasajın içinde geçen bu ayette Allah bize geçmişi gösteren belgeseller gibi geleceği göstermektedir.

Kuran peygamberlerin ve sahabelerin hata yapabildiklerini gösterirken Müslümanlara ne oluyor da alimler, şeyhler, mezhep imamları, hadis kitaplarının müellifleri, tarikat ve cemaat liderlerinin tartışılmaz ve hata yapmaz olduklarını iddia ediyorlar!

Delil yerine atalarının uydukları sisteme göre dini yaşayan ve düşüncelerini şekillendirenlerin şu ayete kulak versinler:
Onlara; “Allah’ın indirdiklerine uyun.” denince; “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” derler. Eğer şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı? (Lokman31:21)
Kuran,”Ataların dini zihniyeti” adı altında, atadan, dededen kalma anlayış biçimlerinin, genel anlamda “geleneğin” dinleştirilmesini şiddetle eleştirmektedir.
Dinler tarihi akılla taklidin çarpıştığı bir meşherdir.
İnsanlar dini Kuran’dan değil de alim sandıkları kişiler üzerinden öğrenmek istiyorlar. Oysa Allah Kuran’ı sadece alimler okuyup anlasın diğer insanlar onlara tabi olsun diye indirmedi.
Geleneğin bize ezberletip hiç sorgulatmadan kabul ettirdiği kalıplaşmış bilgilerin ve bunu savunan çoğunluğun yanında durmak kolay. Zor olan Allah’ın dinini oyuncağa çeviren ve ayetlerle çelişen fikir ve uygulamalar ile mücadele etmektir. Sırf hadis başlığı altındaki Allah’a, Kuran’a ve Peygamberimize atılan iftiraları görmezden gelmek vicdan sahibi insanlara yakışmaz.

Kuran’a uymak ve peygamberimize uymak iki ayrı şey değildir. Kuran’a uyan peygamberimize de uymuş olur. Çünkü peygamberimiz Kuran’ı tebliğ etmek ve Kuran’a göre yaşamakla emrolunmuştur.

İyi bir araştırma yapılırsa, bugünkü Ehli Sünnet fikirlerin ve hadisçi dini yapının temelinin, ilk olarak Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii tarafından atıldığı anlaşılır. Şafii’den sonra açık bir Kuran’i hükmün bulunduğu bazı durumlar hariç, fıkhi bir fikri, bir veya birden fazla hadise dayandırmak mecburi hale geldi.

Şafiinin çizdiği çizgi doğrultusunda hadis metinlerine azami bir kutsallık atfedilmesi yönündeki anlayış sonraki zamanlarda iyice derinleşti. İslam hukukçularının zihnini ilk olarak geriye doğru harekete geçiren ve donuklaştıran kişi Şafii olmuştur.

İslam düşünce tarihinde, kütübü sitte ve özellikle Sahihi Buhari’nin neredeyse Kuran’a denk epistemolojik öneminin temelinde, Şafii’nin hadisi/sünneti, gayri metluv vahye yükseltmesinin büyük payı olduğunu unutmamak gerekir. Şafii’ye kadar birçok alim tarafından çeşitli şekillerde değerlendirilen ve sözlü akla tabi olan hadis kültürü, Şafii’den sonra yazım aşamasına ulaşarak bir nevi dogmalaşmaya ve önem itibarıyla Kuran’a yaklaşmaya başladı.

Bugünkü sünnet anlayışının temelinin İmam Şafii ile atıldığını, Osman Taştan şöyle anlatır: “Şafii’nin çıkışı bu durumu değiştirdi. Şafii, Peygamber’in sünnetini toplumun sünnetinden ayırdı ve onu hukuki açıdan Kuran’ın seviyesine çıkardı. İdealde bu, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine maksimum düzeyde bir saygı duymak ve aynı zamanda hizmet etmekti. Gerçekte ise bu tavır, Hz. Peygamber ile onun toplumunun arasına kapatılması güç olan bir mesafe koymaktı. Böylece sünnet, vahiy potası içerisinde Kuran’la birleştirilmişti. Artık yapılacak olan şey, sahabe sözlerini de sünnetle birleştirip vahyin kapsamına dolaylı olarak dahil etmekti… Sonuçta bu tür teorik gelişmeler aslında Kuran’a mahsus olan vahyi önce sünnete sonra da sahabe sözlerine teşmil etmişti. Bir diğer ifadeyle bu durum, kutsallığı ilahi kelam olan Kuran’dan beşeri kelam olan sahabe sözlerine kadar yaymaktı.”

Halkı mezheplerinin gerekliliğine inandırmak isteyenler, kendi mezhep imamlarını öven, diğer mezhep imamlarını yeren hadisler uydurmuşlardır. Bu arada mezhep kurucularının ne kadar bilgili, ne kadar dinine bağlı olduğunu yaymaya çalışan hikayeler de mezhep taklitçilerini mezheplerine bağlı kılmak için anlatılır. Bizim gördüğümüz en insafsız uydurmalardan biri ise Ebu Hanife’nin rüyasında 100 defa Allah’ı gördüğünü söyleyen uydurmadır. Ne yazık ki mezheplere halkı bağlayacağız diye kantarın topuzu bu kadar kaçmıştır. Mezhep kurucularıyla ilgili bu tip uydurmaların hepsinin gerçekten kendi izahları mı, yoksa sonradan talebeleri ve mezhep bağlıları tarafından mı uydurulduğunu tam olarak tespit edemiyoruz. Ama her durumda ortaya çıkan tablonun korkunçluğu ve Kuran’ın yeterliliği açıktır.

Biz, günümüzde Hanefi mezhebi adına kabul edilenlerin Ebu Hanife ile alakası olmadığı kanaatindeyiz. Ebu Hanife’ye tarihte “ehli rey” denmiştir. Bu, Ebu Hanife’nin Kuran’da bulmadığı hususları kendi yorumu ile karara bağlamaya çalışması sebebiyledir. Hadisleri dikkate almayan bir tutum diye “ehli hadis” tarafından eleştirilen bu davranış tarzına, Malik, Hanbel gibi mezhep imamları ve Buhari gibi hadisçiler aşırı tepki göstermiştir. Oysa günümüzde anlatılan Hanefi mezhebi komple hadisçi bir mezheptir. Hanefi mezhebinin her izahı bir hadise dayandırılmaya çalışılmaktadır. Oysa tarihsel kayıtlara göre Ebu Hanife’nin öldürülme sebebi kendisinin “reyci” özelliğine bağlanır. Bugünkü Hanefi mezhebini bize, Ebu Hanife’yi öldüren iktidarın yönetimi altında aktardılar. Öyle ki Hanefi mezhebinin Ebu Hanife’den sonra iki numaralı kişisi kabul edilen Ebu Yusuf ( “kabak sevmem” diyeni öldürmeye kalkan kişi), Ebu Hanife’yi öldüren iktidarın resmi fetva makamı olmuştur. Ebu Yusuf’u dini konularda otorite olarak ön plana çıkartan iktidarın mensupları, aynı zamanda hocasını öldürenlerken, bu iktidarın döneminde oluşan mezhep ideolojik, çarpık ve saptırılmış olmadan kalabilir mi? Ebu Hanife’nin “reyci” tanıtılıp, bugünkü Hanefi mezhebinin “hadisçi” olması; bugünkü “Hanefi” mezhebinin Ebu Hanife’nin görüşlerinden de saptırıldığının önemli bir delilidir. Diğer önemli bir husus, mezhep bağlılarının kendi görüşlerini doğru çıkarmak için mezhepsel görüşleri doğrultusunda hadis uydurmuş olmalarıdır. Hadis kitaplarının birçoğu, mezhepler kurulduktan sonra yazılmıştır. Bu yüzden mezhep görüşlerini doğru çıkartmak için hadis uyduranların hadisleri, “reyci” görüşlerin nasıl “hadisçi” görüşe dönüştüklerini açıklamaktadır. Ebu Hanife’nin görüşleri her ne olursa olsun, kitabımız boyunca eleştirdiğimiz, “Hanefilik” mezhebi diye anlaşılan, anlatılan ve uygulanandır. Aktarımlarda, Ebu Hanife’ye iftiralar edilmiş olma olasılığını hatırlatmamız yerinde olacaktır.

Cessas şunu söyler: Bazı İslam hukukçuları (Şafii’yi kastederek) “O kendi keyfine göre konuşmaz, onun konuştuğu şey vahiydir. (Necm53:3-4)” ayetinden hareketle Hz. Peygamberin kendi kişisel görüşüne veya içtihadına hiç başvurmadığı ve onun her söylediği şeyin kendisine bir nevi vahyedildiğini söylediler. Ancak Cessas, bu fikre katılmadığını ve Hz. Peygamberin zaman zaman bir fakih gibi kendi görüşüne başvurduğu ilave eder.

Gazali, İbni Hazm ve Şevkani hariç, hukukçuların ekseriyeti sahabe sözlerinin hüccet olduğunu savunuyorlar. Çünkü sahabenin söylediği şeyi Hz. Peygamberden duymuş olması ihtimali vardır. Sonuçta bu tür teorik gelişmeler, Kuran’a mahsus olan vahyi önce hadise, sonra da sahabe sözlerine teşmil etmişti. Bu durum kutsallığı Kuran’dan sahabe sözlerine kadar yaymaktı. Kutsallığın hakim olduğu yerde doğal olarak insanlar sorgulayıcı değil itaatkar bir tavır takınırlar.

Dinde yozlaşmanın ve uydurulan dinin baş gösterdiğinin bir delili de hadislerden önce yazılan “İrca” isimli kitaptır. Bu kitap aynı zamanda dini Kuran’dan öğrenme hassasiyetinin varlığına da delildir.

Mürcie’nin fikirleri ilk olarak “İrca” yani “Erteleme” kitabında kendini gösterir. Bu kitap hicri 60’lı yıllarda, Emevilerin son döneminde yazılmıştır. Yani bu kitap, bilinen ünlü hadis kitaplarından iki asır önce yazılmıştır. Hadis kitaplarından en erken yazılanı bile bu kitaptan çok sonradır. Bu kitaptaki izahları okuyanlar, İslam’ın ilk asırlarında, dini sadece Kuran’dan anlama mantığının yaygınlığına bir örnek daha bulurlar. Emevi ve Abbasi dönemleri, Kuran’ın yanına ilave kaynakların konulmaya başlandığı dönemler olsalar da, Kuran’dan uzaklaşılıp, rivayetçi bir din anlayışının siyasi otoritenin desteğiyle tam hâkimiyeti ancak Abbasi döneminin sonlarında oluşmuştur.

Din ve din anlayışı birbirinden farklıdır. Başta mezhepler olmak üzere, dinî nitelikli her türlü oluşum beşerî olup, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerden ibarettir. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhebin, tarikatın, cemaatin dinle özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Mezhepler, dinin anlaşılma biçimindeki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlardır. Din alanında yeniden yapılanma, Kuran’ı merkeze alarak, Müslümanların on dört asırdır ürettiklerini eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuyarak, insanlığın mevcut birikimini ve genel gidişini iyi değerlendirerek, mezhepler üstü bir çizgide gerçekleştirilebilir.

Peygamberimizin vefatından sonra halifelerin dini yalnız Kuran’a dayandırmak konusunda hassas bir tavır sergiledikle¬rini (Hz. Ömer’in hadis naklini yasaklaması gibi) ve bu anlayışı korumaya çalıştıklarını tarihi olarak sabittir. Zamanla gerek siyasi gerekse çıkar hesapları doğrultusunda Müslümanların dini konularda fitneye düştüklerini, çeşitli çevrelerin dini suiistimal ettiklerine tarih şahittir.

Bu kargaşa ortamını fırsat bilen münafıkların dini özünden saptırmak için uydurmacılığı yaygınlaştırmışlardır. Bunu yapar¬ken de Kuran’a bir şey eklemek mümkün olmadığından uydurmaları Peygamberimiz üzerinden kutsallaştırmaya çalıştıklarını görüyoruz. İşte mezhepler bu kargaşa ortamının ürünü olan çe¬şitli rivayetlerden hareketle ortaya çıkmışlardır.

Ciltlerce kitap ile ifade edilebilecek derecede farklı yorum ve izahların getirildiği mezhepler dini anlaşılmaz, çelişkili ve içinden çıkılmaz bir hale sok¬muşlardır. Mesela yenilmesi helal olan şeyler konusunda her mezhebin kendisine göre farklı bir mutfağı olduğunu görüyoruz. Oysa Kuran ayetleri nelerin yenilmesinin yasaklandığını (Miade5:3) açık bir şekilde bizlere bildirmektedir. Peki, ayetlerin açık bir şekilde ifade ettiği bir şeye nasıl olurda mezhepler çeşitli ilaveler getirebilmişlerdir? İşte bu nokta, dini konularda ortaya çıkan sayısız inanç ve uydurmanın nasıl hayat bulduğunun anlaşılması açısından önemlidir.

Müslümanlar uydurma hadislerden geçmişte çok çekti ve günümüzde de hâlâ çekiyor.

Örneğin: Ayşe validemizin altı yaşında evlendiğini öne süren hadisler var. Asıl konu onun kaç yaşında evlendiği değil, rivayet edilen hadisin örnek alınıp uygulanmasıdır. Yani peygamberimizin, altı yaşında bir çocuk olan Ayşe validemizle evlendiği iddia ediliyor. Üstelik bu iddia, Kütüb-ü Sitte’yi teşkil eden hadis kitaplarının dört tanesinde var. Peygamberimizin, altı yaşındaki Ayşe annemizle evlendiğini iddia eden bu hadislerden dolayı, Afganistan’da, Yemen’de ve birçok Arap ülkesinde pek çok çocukla bu yaşlarda evlenilmekte ve bu çocukların hayatı mahvedilmektedir. Şu anda da bu uygulama devam ediyor. Maalesef Türkiye’de de bu işin hevesli çok! Halen, o yaşta çocuklar koca adamlara gelin olarak veriliyor. Peygamberimizin altı yaşında bir çocukla evlendiğini zanneden kişiler, bunu kendileri için de uyguladılar. Yani çocuklarla evliliği, hadisleri kullanarak meşru hale getirdiler. Maalesef Talak65:4. ayeti de yanlış veya kasıtlı çevirerek ayeti de keyiflerince istimal etmektedirler.

İlgili hadis:

Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ben altı yaşında iken benimle evlend. Medine’ye geldik. Benî’l-Hâris İbnu’l-Hazrec kabilesine indik. Ben hummaya yakalandım. Saçlarım döküldü. (İyileşince) saçımyine uzadı. Annem Ümmü Rumân, ben arkadaşlarımla salıncakta oynarken, bana geldi, benden ne istediğini bilmeksizin yanına gittim. Elimden tuttu. Evin kapısında beni durdurdu. Evimizde, Ensâr’dan bir grup kadın vardı. “Hayırlı, bereketli olsun!”, “Uğurlu mübarek olsun!” diye dualar, tebrikler ettiler. Annem beni onlara teslim etti. Onlar kılık-kıyafetime çeki düzen verdiler. Beni, (kuşluk vakti aniden) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm(ın gelişinden) başka bir şey şaşırtmadı. Annem beni ona teslim etti. O gün ben dokuz yaşında idim.”

KOŞULSUZ TESLİMİYET SİSTEMİ

Sorgulanamaz bilgi doktrini: Keşf ve İlham: İslamda doğrudan tanrısal otoritesi bulunduğu iddia edilen ruhbanlık gibi dini bir sınıf söz konusu değildir. Müslümanlar, dini konulardaki sorunlarını ulema olarak bilinen bilginler sınıfının yorumları ve içtihatlarıyla çözmektedirler. Bu sınıfın da elbette toplum üzerinde bir otoritesinden bahsedilebilir. Ancak ulemanın herhangi bir konudaki tercihi lafız-mana veya en genel anlamıyla beyânî düşünme sistemine dayanmasından dolayı pozitif bir mahiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle iddiaları çürütülebilir ve yorumları nakzedilebilir niteliktedir. Bu itibarla alimlerin kendilerine her hal ve koşulda itaati sağlama iddiaları olamayacağı gibi onları birer önder olarak gören geniş halk kitleleri de böyle bir hataya çoğunlukla düşmemişlerdir. Esasında bu durum Kuran’ın konu hakkındaki “Her bilenin üzerinde bir bilen vardır” (Yusuf 12:76.) veya “Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.” (Enfâl8:42.) genel ilkelerine dayanmaktadır. Dolayısıyla ulema sınıfının iddiaları öncelikli olarak bir bilgi ve belgeye dayanmalıdır; ikinci olarak da yorumları hata ve yanlıştan masum görülmemelidir.

Çevrelerinin ilgisini çekmek, durumlarını meşrulaştırmak, halkın gözünde sevimli ve aynı zamanda güçlü görünmek için çeşitli doğaüstü güçlerin kendilerinde bulunduğunu ifade eden zümrelerin en büyük iddialarından birisi Allah’tan doğrudan bilgi aldıkları şeklindeki sözleridir. İslami ilimlerin neredeyse hepsinin üzerinde ittifak ettiği ortak kabullerden birisi de bilginin elde etme yolları olarak isimlendirebileceğimiz esbâbu’l-ilim konusudur. Beş duyu, akıl ve nakil olarak tasnif edilen bu araçlar insanı doğru bilgiye ulaştıran yollardır. Bunlardan her birisi kendi sahasıyla alakalı hususlarda bir bilgi kaynağıdır. Mesela duyular, insana âlem hakkında bilgi verirken, akıl duyu organlarının sahası dışında kalan soyut varlıklar hakkında bilgi edinilmesini temin eder. Haber olarak da isimlendirilen nakil ise, teknik olarak doğru ve yalan ihtimalini barındıran bilgi türüdür. Doğruluğu gerçeğe uygunluğuyla test edilir. Dini bilgiler doğru haber yoluyla gelen yani Allah’ın mucizelerle teyit ettiği peygamberleri aracılığıyla bize ulaşan bilgilerdir. Peygamber olduğu ispat edilen bir kimsenin verdiği haber bu itibarla kesinlik arz eder.

Bütün İslami ilimlerin ortak kabulünü yansıtan bu tasnif sufî zümreler tarafından teoride değilse bile pratikte de baypas edilmiştir. Zira onların bu vasıtalar dışında keşf ve ilham yoluyla gayb ve melekûtâleminin sırlarına vakıf olabildiklerini söylemeleri bunun açık bir göstergesidir. Zaten bu konu hakkında kullandıkları ıstılah, insanın gözündeki perdenin kalkması ve böylelikle gaybe dair hakikatleri görmesini ifade eden “keşf”’dir. Sezgiye dayanan bu bilgi türü sufinin gayb âlemindeki hakikatlere muttali olmasına, şahadet âleminden göç etmiş insanlarla ve varlıklarla konuşabilmelerine, melekût âlemini müşahede edebilmelerine, cennet ve cehennemi seyredebilmelerine, levh-i mahfuzu okumalarına, Allah’la konuşmalarına Hz. Peygamber’le sohbet etmelerine ve bir takım bilgi ve talimatlar almalarına imkan tanımaktadır. Böylelikle de kişinin söylediği söz kutsal bir koruma altına alındığından söz ve sözün sahibi eleştirilemez hale gelmektedir. Geçmişten günümüze birçok sufinin, eserlerini ilhâm-ı rabbânî veya ilkâ-ı rabbânî olarak isimlendirmesi de aynı amaca matuftur. Bunun sonucunda söz konusu eserler de yazarı da yücelik ve masumiyet itibarıyla sorgulanamaz bir noktaya ulaşmış olmaktadır.

Kurtarıcı doktirini: Şefaat: Tarikatlarda tedavülde olan şefaat inancı, halk arasında mutlak kurtarıcı seviyesinde bir evliya tasavvuruna yol açmıştır. Bu zümreler hesap gününde Allah katında şefaatçi olacakları konusunda o kadar kesin ve mübalağalı ifadeler kullanmışlardır. Mesela Bestâmî, “Kıyamet günü, cehennemliklere şefaat edip onları cennete sokmayan kimse müridimiz değildir.” diyebilmiştir. Şiblî, Hz. Peygamber’in kıyamet günü sadece ümmetine şefaat ederken kendisinin cehennemde kimse kalmayıncaya kadar ehl-i nara şefaat edeceğini iddia etmiştir. “Onlar cehennemde ebedi olarak kalacaklardır.” (Ahzab33:65) ayetiyle bu düşünce nasıl uyuşabilir? Bugün dahi bir takım tarikatların müridlerini azaptan kurtarma konusunda verdikleri açık garanti, dini sorumluluktan kaçınmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Yapılar Kuran’dan habersiz olduğu için hiç kimse de ne oluyoruz dememektedir. Bu ise dini kaygı ve endişe duyan insanların dini cemaat ve tarikatlara olan ilgisinin artmasını kolaylaştıran bir unsur olmaktadır.

Kuran’ın inşa ettiği insan anlayışının sınırlarını aşarak neredeyse lahuti bir karaktere dönüşen dini figürün İslamla ilgisi yoktur. Kendisi mutlak kurtuluşu elde ettiği gibi tabiilerinin de ebedi mutluluğunu teminat altına alan karizmatik dini figür, böylelikle insanların sorumluktan kaçmalarına yol açan psikolojik bir tatmin duygusu yaratmaktadır.

Mezheplerin kabullerine uymayan ayetleri tevil eden veya mensuh (hükümden düşmüş) sayan ekoller ve fırkalar vardır. Ubeydullah el-Kerhî (Ö. 340/951) denen mezhepperest Hanefi fakih bunun tipik örneklerinden biridir. Sözlerine buram buram şirk tüten bu adama göre, mezhebin kabullerine uymayan ayetler ve hadisler ya tevil edilip yahut da mensuh sayılır. Aynen şöyle diyor: “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya tevil edilmiştir yahut mensuhtur. Her hadis de böyledir.” (Bk. Kerhî’nin er-Risalesi’nden naklen Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.251)
Tarikat yapılanmaları, etraflarına insan toplayabilmek ve insanları kayıtsız ve şartsız bir şekilde Allah’a teslim olur gibi şeyhlerine teslimiyet göstertmek uğruna birçok asılsız iddialarda bulunmaktalar. Meşhur Şeyh Abdülkâdir Geylânî (ö.1166), müridlerin ve tarikatın adabına dair şunları söylemektedir: “Mürid şunları yapmalıdır: Sürekli zillet halinde ve nasipsizlikten razı olmalı. Daima aç kalmaya, şöhretsiz yaşamaya, insanların kınamasına razı olmalıdır. Kendi arkadaşlarını, yakınlarını, iyilik ve ikramda kendisinden önde görmelidir. Büyük zatların âlimlerin meclislerine yakın olma¬lıdır. Kendisinin aç kalmasına, kendisinin onlardan düşük se¬viyede olmasına razı olmalıdır. Bir kimse, bunlara baştan razı olmazsa, ona mana kapıları açılmaz ve ona mana âleminden hiçbir şey gelmez. Kurtuluş ve felaha ermek, anlattığımız bu şeylere riayet etmekle olur… Bir müride ilk önce gerekli olan, açıktan şeyhinin sohbetine karşı gelmeme, içten de ona itiraz etmemektir. Dıştan şeyhine karşı gelen kişi edebini terk et¬miştir. İçten itiraz eden de kendini ölüme atmış olur. Bunların aksine müridin yapması gereken, ebedi olarak gizli ve aşikâr, şeyhinin emirlerine karşı gelmekten nefsini korumalıdır.”

Şeyh ve mürid arasındaki ilişki konusunda İbn Arabî de or¬tak bir inancı paylaşmakta ve şöyle söylemektedir: “Bu itaat üstünkörü ve ihlasla olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirle¬rine harfiyen bağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram iş¬lemeyi de emretse, harfiyen bu emirlere itaat etmesi lazımdır. Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile, ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir.”

İhlasın en güzelinin şeyhe teslimiyet olduğu şu sözler ile ifade edilmiştir: “Gavs-ı Hizânî hazretleri, bir sohbetinde, ihlâs’ın en güzeli, kendini zorlayarak değil zevk ve rızasıyla teslimiyet göstermektir, dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Bir gün şeyhim Seyyid Tâhâ’nın müridlerinden iki âlim kendi aralarında konuşuyorlardı. Biri diğerine: “Şayet, şeyhin sana, o an için, ‘Namazı terk et!’ diye bir emir verse ne yapardın?” diye sordu. Öteki, “Kerhen (gönülsüz) de olsa emrini yerine getirirdim” diye cevap verdi. Soruyu soran âlim ise: “Hayır, ben isteyerek ve severek şeyhimin bu emrini yerine getirirdim” dedi.”

Bu konularda yazılmış ya da şeyhlerin sohbetlerinden derlenmiş kitaplarda, İslam’ın en temel değerleri ile doğrudan çatışacak ve bir Müslüman’a yakışmayacak türden diyaloglar görmek mümkündür. Örneğin Sıbgatullah Arvâsî’nin (ö.1876) sohbetlerinden derlenen bir kitapta “İhlas nedir?” şeklindeki soruya şu şekilde bir cevap verilmiştir: “Bir gün şeyhim Seyyid Tâhâ’ya “İhlas Nedir?” diye sormuştum. O da bana Şeyh Ah¬med-i Cezerî’nin (ö.1640) şu meşhur dörtlüğünü okuyarak cevap vermişti: “Kuran ve ayetlere yemin ederim ki, şayet meyhanenin (tarikatın) pîri (pîr-i harabât), Lât’a (puta) secde edin dese, müridler hemen itaat ederlerdi.” Bunun üzerine ben de şeyhim Gavs-ı Hizânî’ye “İhlâsın hepsi bu mudur?” diye sordum. “Bu kadar yetmez mi?” diye cevap verdi ve devamla, “Peki, ihlâs hakkında sen ne diyorsun?” diye sordu. Şöyle dedim: “Bana göre ihlâs, müridin kesin bir inançla, mürşidinden sâdır olan her fiilin, sözün, halin, hareketin ve sükûnun Allah Teâlâ’nın emir ve rızasıyla olduğuna inanmasıdır.”

Oysa Kuran’a göre ihlas, herhangi bir insana teslim olmak değil; eşsiz ve benzersiz kudret sahibi olan Allah’a teslim olmaktır. Sahabeler Hz. Peygambere zaman zaman “Ey Allah’ın resulü bu vahiy mi yoksa senin görüşün mü diye sorup kendi görüşüyse şöyle olsa daha iyi olur.” diye fikir beyan ediyorlardı.

Din adamları sınıfı Allah haram etmediği halde dinde o kadar çok haram ürettiler ki dini mayın tarlasına dönüştürdüler. Din; güç yetirilemez, yaşanamaz ve içinden çıkılamaz bir hal aldı. Bunun sonucunda kişilikleri bozulmuş bir toplum ortaya çıktı.

Sonuç:

Rivayet kültürünün oluşması, yaygınlaşması ve dinin aslının önüne geçmesi ile her grubun Allah’ın ne dediğine bakmaktan çok kendi inanç ve kabullerini Allah’a ya da resulüne isnat etme çabası ortaya çıkmıştır.

Kuran’dan uzaklaşıldıkça önü alınamayan sapmalar başladı. Vahiyden beslenip şekil alması gereken din insan aklının ürünü düşüncelere teslim edildi. Oysa vahiy olmadan akıl tek başına insanı ne bu dünyada nede ahirette mutlu etmeye yeterli değildi. Yalnız aklın ölçü alınması durumunda insanlığın geldiği noktayı bu gün batı toplumları ve onlara öykünen vahyi hayatlarının dışına atan söz de halkı Müslüman olan toplumların işler acısı durumları ortadadır.

Müslümanlar teslim olup kabul etmeleri gereken dini değil üretilen, beşer ürünü olan dini kabul edip yaşadılar. Durum böyle olunca da kötü akıbet: “İtiraz etme itaat et.” sloganı hakim olmuştur.

Unutulmamalıdır ki, kendisine itaat, Allah’a itaat sayılan tek kişi Peygamberimizdir. O da Allah’ın emirlerini ilettiği içindir. Kuran bu hususu “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa4: 80) şeklinde beyan buyuruyor.

Uydurulmuş din genç kuşakların dinle olan arasındaki mesafeyi giderek açmaktadır. Çünkü modern bilginin imkânlarıyla tanışan genç kuşaklara din adına sunulan uydurmalar onların dünyasına hitap etmiyor. Gençler modernitenin yarattığı travmanın farkında olmayabilirler, eğer onlara Kuran’la buluşturarak yerine, geleneği din olarak sunarsak genç kuşakların savrulması kaçınılmaz olacaktır.

Koşulşuz itaatta “akıl” ve “mantık” devreden çıkarıyor, salt duygular ve ön yargılar devreye giriyor: Bu da insan(lar)ı görmez, duymaz, anlamaz, sormaz, sorgulamaz, hale getiriyor. Böyle birini ikna etmek, artık mümkün değildir. Kendi eleştirmediği şeyler konusunda en küçük bir eleştiri getireni “düşman” ilan edip savaş açabiliyor. Bu türden “yanlış itaat”in kişiyi götürebileceği tek yer, “robotlaşma”dır. Hiçbir alternatif üretmez, kendi cephesinde üretilen her şeye inanır, kendinden olmayana veryansın eder.

Müslümanların çok büyük bir bölümü, hayattaki bütün değişimleri anında kavrayacak kadar “akıllı” zannedilen kurnaz din tacirlerinin elinde heba oluyor.

Koşulsuz itaat ortamında kişisel yeteneklerin gelişmesi imkânsızdır. İnsan düşünme gereği bile duymaz. Nasılsa onun yerine düşünenler var! Zaten farklı düşünceler yasaklanmıştır. Farklı ve bağımsız düşünceler üretmesi yasaklanan insan okumaz. Okumayan bilgiye ulaşamaz.

Yazar: Haydar Öztürk


About the Author
Author

basiret

Leave a reply

Name (required)

Website