Dark Dizisi ve Ateizm

Dark Dizisi ve Ateizm

GİRİŞ

Dark dizisi son zamanlarda çok popüler olan dizilerden biri. Bu dizide geçen bir diyalog üzerine bu yazıyı yazmaya karar verdik. Diyalog dizideki önemli iki karakter olan Noah ve Mikkel arasında geçiyor:

Noah: Tanrı’ya inanır mısın?

Mikkel: Hayır.

Noah: Dünya nasıl oluştu peki? Bu güzel şeyleri kim yarattı?

Mikkel: Dünya, Büyük Patlama’yla oluştu. 13,8 milyar yıl önce. Uzay, zaman ve madde böyle oluştu. Dünya da. Gerisi de evrim.

Noah: Büyük Patlama’dan önce ne vardı? Hiçlikten bir şey oluşamaz. Belki de Büyük Patlama, Tanrı’nın yaratma biçimidir.

Mikkel: Babam, dinin toplumların beynini yıkamak için olduğunu söyler.

Noah: Babanın çok şey bildiğinden eminim. Ama her şeyi bilmiyor. Sana sorgulamayı öğretmesi güzel. Ama kimi zaman sorgulayan kişileri de sorgulamak gerekir. (Kaynak: Dark, Season 1, Episode 5)

Noah ve Mikkel arasındaki diyalog bu şekilde. Şimdi de değerlendirmelerimize geçelim. Değerlendirmemiz iki ana bölümden oluşacak. Birinci bölümde, Noah’ın “Büyük Patlama’dan önce ne vardı? Hiçlikten bir şey oluşamaz. Belki de Büyük Patlama, Tanrı’nın yaratma biçimidir.” sözü üzerine olacak. İkinci bölümde, Mikkel’in “Gerisi de evrim” sözünü üç alt başlıkta ele alacağız. İlk olarak, Mikkel bu sözüyle canlılığın başlangıcı ve türleşmeyi, Tanrı’yı evrime dahil etmeden açıklamaya çalıştığı için bu açıklama tarzının yol açtığı problemlerden birini dile getiren “Naturalizme Karşı Evrimsel Argüman”a değineceğiz. İkinci ve üçüncü olarak, Tanrısız evrim görüşünün etik alanında yol açtığı problemleri açıklamaya çalışacağız. Mikkel’in söz konusu sözü, günümüz ateistlerinin de iddia ettiği gibi ahlakın da evrimle açıklanabileceği ve ahlak için dine veya Tanrı’ya atıf yapılmasına gerek olmadığıyla da ilgilidir. Bu iddiaların felsefi açıdan mümkün olup olmadığını yerli ve yabancı ateistlerin eserlerinden alıntılar yaparak açıklayacağız.

BİRİNCİ BÖLÜM

Değerlendirmemizin birinci kısmı olan Noah’ın “Büyük Patlama’dan önce ne vardı? Hiçlikten bir şey oluşamaz. Belki de Büyük Patlama, Tanrı’nın yaratma biçimidir.” sözüyle başlayalım.

Tek Tanrılı dinlerin dört temel iddiası şöyledir:

  1. Evren yoktan yaratılmıştır. Dolayısıyla madde ezeli değildir, yani başlangıcı vardır.
  2. Evrenin yaratılışı belli aşamaların gerçekleşmesiyle, aşamalı-gelişmeci bir süreç takip edilerek gerçekleşmiştir.
  3. Evren amaçsal olarak yaratılmış ve tasarımlanmıştır.
  4. Evrenin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Günü gelince evren kıyamet sürecini yaşayacaktır.

Tek Tanrılı dinlerin bu dört temel iddiasını destekleyen bilimsel bulgular ise yüzyıllar sonra ortaya çıkmıştır.

Tek Tanrılı dinlerden olan İslam’ın (1) tek kaynağı (2) olan Kuran’da yer alan bir ayet şöyledir:

“Allah, Evren’i ve yeryüzünü yoktan yaratandır.” (Bakara Suresi, 117. Ayet)

Ayette geçen “ibda” kelimesi bir şeyin, herhangi bir şeyden değil, yoktan var edildiği anlamına gelir. Ayrıca bu kelime, bir şeyin bir örneğe göre değil de, eşi ve benzeri olmadan yaratılması anlamına gelir. Yaratılışın büyük harikası var olan tüm varlığın ve kavramların yoktan yaratılmasıdır. Örneğin renkleri düşünelim. Hiçbirimiz görmediğimiz bir rengi düşünemeyiz de, icat da edemeyiz. Var olan renkleri bilmemize rağmen, yeni bir renk yaratamayız. Oysa Allah tüm renkleri de, renk kavramı yokken renk kavramını da, renkleri ve her şeyi kaplayan Evren’i de yoktan yaratmıştır. Bir kavram hiç yokken o kavramı ve onla ilişkili olan çeşitliliği yaratmak ne büyük güç ve ne büyük bir sanattır.

Allah’ın varlığını inkar eden ateistler maddenin sonsuzdan beri var olduğunu, maddenin başlangıcı bulunmadığını, var olan her şeyin tesadüfler sonucunda oluştuğunu iddia ederler. Bu görüşe göre madde yaratılmamıştır, hep vardır. Ateist filozoflardan Georges Politzer “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” kitabında bunu şöyle belirtir: “Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Evren’in Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve Evren’in yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için her şeyden önce Evren’in var olmadığı bir anın varlığını, sonra da hiçlikten bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir.” Ateizm, Tanrı’nın varlığının reddedilmesi, materyalizm ise maddecilik anlamına gelir, fakat her iki kelime birçok zaman birbirinin yerine kullanılır. Çünkü Allah’ın varlığını reddeden ateistler, maddenin sonsuzluğunu kabul ettiklerinden ve madde-dışı bir varlığı kabul etmediklerinden otomatik olarak materyalist (maddeci) olurlar. Ateistler kaçınılmaz olarak maddenin yaratılmadığını ve sonsuzdan beri var olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar.

Hem Allah’ın varlığının, hem maddenin yaratıldığının beraberce ve açıkça savunulmasının kökleri tektanrılı dinlere dayanır. Tüm tektanrılı dinler hem Allah’ın varlığını, hem maddenin Allah tarafından yaratıldığını açıkça savunurlar. Böylelikle maddenin yaratıldığı iddiası öyle bir konuma gelmektedir ki; bunun ispatı, Allah’ın varlığının ispatı olduğu gibi, aynı zamanda Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın Allah tarafından gönderilen dinler olduğunun da çok önemli bir delilidir. Günümüzde de bazı insanlar Güneş’e, Ay’a veya ateşe tapıyor olabilirler. Bu insanlar akılcı, bilimsel, felsefi bir dayanağa sahip olmadan bu inançlarını sürdürmektedirler. Aklı, mantığı, bilimi bir kriter olarak kabul etmeyen bu inançlara karşı akılcı, mantıksal ve bilimsel bir açıklama yapmak fayda etmemektedir. Bu kimselerin öncelikle önyargıları kırıcı, saplantıları yok edici açıklamalara ihtiyaçları vardır. Tüm insanlık tarihindeki üç ayrı görüşün akla ve bilime uyma iddiasında olduğunu görüyoruz. Bu görüşler en azından aklı, mantığı ve bilimi kriter olarak kabul ettiklerini iddia etmişlerdir. Bu yüzden burada, bu fikirleri ele alıp, bu fikirlerden hangisinin doğru olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu üç görüş şöyledir:

1) Tektanrıcılık : Tek bir Allah vardır. Maddeyi yaratan, bu muhteşem Evren’i, canlı-cansız her şeyi ile yaratan O’dur.

2) Ateist Materyalizm : Madde sonsuzdan beri vardır. Herşey tesadüflerin arka arkaya gelmesi ile bu maddeden oluşur.

3) Agnostisizm, şüphecilik : İki görüşten hangisini doğru olduğunu bilemeyiz. İkisi de doğru olabilir.

Aslında temelde iki şık vardır. Üçüncüsü ise yeni bir görüşten çok iki inançtan hangisinin doğru olduğunun bilinemeyeceğini ifade eder. Bu şıkta yer alanların iddiası maddenin ve diğer varlıkların yaratılıp yaratılmadığının anlaşılamayacağıdır. Örneğin David Hume (1711-1776) “Doğal Din Üzerine Diyaloglar” adlı eserinde Cleanthes ve Philo’yu karşılıklı konuştururken, Philo’nun sözlerinde agnostik yaklaşımlar ifade edilir. Kant (1724-1804) da “Saf Aklın Eleştirisi” adlı eserinde maddenin yaratılıp yaratılmadığını, insanın yaratılıp yaratılmadığını bilemeyeceğimizi, bunların anlaşılamayacağını söyler. (Kant’ın fikirleri agnostik olmasına rağmen, Kant Tanrı’ya inanırdı.)

Big Bang hem ateizmi hem de agnostisizmi geçersiz kılmıştır. Agnostik yaklaşım “Biz bunu anlayamayız” demekle, aslında bir iddia sahibi olmaktadır. Eğer “Maddenin başlangıcı vardır” tezi doğrulanırsa, “Maddenin başlangıcı yoktur” tezi yalanlanacağı gibi “Maddenin başlangıcı olup olmadığını anlayamayız” tezi de yıkılacaktır. Böylelikle maddenin başlangıcının ispatı ateizme olduğu kadar agnostisizme (şüpheciliğe, bilinemezciliğe) de bir darbedir. Maddenin başlangıcı ve yaratılışı ortaya konduğunda aslında ateistlerin inançsızlıklarından, agnostiklerin şüpheciliklerinden vazgeçmeleri gerekir. Enbiya Suresi 30. ayetteki ifadeyi hatırlarsanız, ayette “Yine de onlar inanmayacak mı” diye sorulmaktadır. Big-Bang’i tarif eden bir ayette bu ifadenin geçmesi aslında birçok ateistin ve agnostiğin gerekeni yapmayacaklarının işaretidir. Fakat artık agnostiklerin şüpheciliğinin ineği tanrı kabul eden bir çoktanrıcıdan, ateistlerin inkarının ise ateşi tanrı kabul eden bir ateşe tapandan farklı olmadığı, yani inançlarını salt delilsizlik, salt gelenek, salt mantıksızlık ve salt bilimdışılık üzerine kurdukları anlaşılmıştır. Artık ateistlerin ve agnostiklerin akılcılık ve bilimsellik iddiaları suya düşmüştür. Hem de daha ilk aşama olan maddenin yaratılması safhasında… Bazı materyalist bilim adamları Big Bang’in ispatından sonra yaratılışı kabul etmeye mecbur olduklarını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin İngiliz materyalist fizikçi H.P. Lipson, Big Bang teorisini ister istemez kabul etmek zorunda olduklarını şöyle itiraf etmiştir: “Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu onaylamak zorundayız. Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz.”

David Darling “Deep Time (Derin Zaman)” adlı kitabının başlangıç bölümünde Big Bang’i öncesinden alıp şöyle tarif eder: “Zaman yoktu, Uzay yoktu… Madde ve enerji de yoktu… Hiçbir şey yoktu… En küçük bir nokta, boşluk bile yoktu. Bu yokluktan küçücük, olağanüstü küçüklükte bir kıpırtı belirdi… Ufacık bir titreme… Hafif bir dalgalanma, belli belirsiz bir girdap…Bu kozmik kutunun kapağı açıldı ve altından yaratılış mucizesinin filizleri belirdi…” Colarado Üniversitesi’nden Gerrit L. Vershuur ise “Starscapes” adlı kitabında tüm diğer tezlere karşı dinin tezinin doğru çıktığını şu cümleleriyle ifade eder: ” Big Bang teorisi, dini inançların gösterdiği, Dünya’nın ve gökyüzünün yaratılmış olduğu gerçeği ile uygunluk göstermektedir. Bu astronominin dinle beraber olduğunun sürprizli bir sonucudur.”

Zamanın maddeye ve maddenin hareketlerine bağımlı olarak var olduğu anlaşılmıştır. Big Bang’ten önce madde ve maddenin hareketi söz konusu olmadığına göre Big Bang’ten önce zaman da söz konusu değildir. Big Bang ile beraber madde de, zaman da yaratılmıştır. Zaten bunlardan biri diğerine bağımlıdır. Oxford Üniversitesi’nden Roger Penrose, zamanın Evren’in başlangıcı ile başladığını matematiksel olarak ispatladı. Big Bang teorisi, ateistlerin, “Evren yaratılmış olsaydı başlangıcı olması gerekirdi” diye kendilerinin de ileri sürdükleri durumun varlığını ispat etmiştir. Kısacası ateizm bilim, mantık ve akıl platformunda çökmüştür, fakat inada, kuruntuya ve keyfiliğe dayanarak devam etmektedir. Mantığın temel kuralları açısından sadece iki tane tez varsa, birinin yanlışlığının ispatı diğer tezin doğrulanması demektir. Ateizmin “madde sonsuzdan beri vardır” tezi yalanlanınca, maddenin yaratılışını kabul etmek otomatikman geçerli olmakta, böylece ateizmin de, “bu konu çözülemez” diyenlerin de yanıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu açık delillere karşın yaratılışı inkar etmek gerçeğe karşı yapılan bir inattır.

“Hayır, o kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık delillerdir. Bizim delillerimizi zalimlerden başkası inkar etmez.” (Ankebut Suresi, 49. Ayet)

Big Bang teorisi her şeyden önce Evren’in ve zamanın bir başı olduğunu, maddenin sonsuzdan beri var olmadığını, maddenin yaratıldığını bize öğretti. Böylece materyalistlerin, ateistlerin tarih boyunca savundukları Evren’in sonsuzdan beri var olduğu fikri çürütüldü.

Big Bang, Evren’in yaratıcısı olduğunu gösterdiği gibi, Evren’in yaratıcısının Evren’in içinde arandığı; Güneş’in, Ay’ın, dağın ayrı tanrılara paylaştırıldığı ilkel fikirlerin yanlışlığını da gösterdi. Big Bang ile ilk birleşimi yaratan kim ise, her şeyi yaratanın o olduğu, Evren’i ayrı güçlerin değil, tek bir gücün yönettiği anlaşıldı. Evren tek bir noktadan başlamıştır, o ilk noktanın sahibi kimse, insanın da, nehirlerin de, yıldızların da, kelebeklerin de, süpernovaların da, renklerin de, acının da, mutluluğun da, müziğin de, estetiğin de sahibi O’dur. Her şey, “bir tekillikten” ayrıldığına göre, o “birliğin” sahibi, her şeyin sahibidir.

Big Bang ile, putlaştırılan maddenin, hem de tüm Evren’in maddesinin başta tek bir nokta kadar değersiz olduğu anlaşılır. Böylece bu değersiz noktadan insanların, hayvanların, bitkilerin, muhteşem renkleriyle Evren’in çıktığını görenler, kabiliyetin bu noktada değil, bu noktanın Yaratıcısında olduğunu anlarlar. Gözünüzü kapatıp, karanlığı bile barındırmayan yokluğu bir düşünün, sonra etrafınızdaki ağaçlara, denizlere, gökyüzüne, aynadaki görüntünüze, yiyeceklere, sanat eserlerine bir bakın. Tüm bu muhteşem eserler nasıl karanlıktan, yokluktaki tek bir noktadan kendi kendine çıkabilir? İyice düşünenler için yaratılış hem matematiksel incelikle, hem sanatsal yapısıyla kendini göstermektedir.

Evren’in genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki; Big Bang’ten sonraki birinci saniyede bu oran, bir bilim adamının ifadesine göre: “Yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı Evren şimdiki durumuna gelmeden içine çöker, tek noktaya dönerdi.” Aynı şekilde bu genişleme hızı biraz daha şiddetli olsaydı, Evren, gezegenlerin oluşamayacağı şekilde dağılacaktı. Evren’in ilk yaratılış anındaki o tek bileşimin parçalanışında uygulanan kuvvet hem çok büyüktür, hem de çok ince tasarlanmıştır. Aynı şekilde, oluşan madde miktarı da çok ince bir şekilde tasarlanmıştır. Görüldüğü gibi her şey Evren’imizin var olacağı tarzda bir amaca göre Yaratıcımız tarafından ince bir şekilde yaratılmıştır. Tüm bu oluşumlar Yaratıcımız’ın kuvvetinin büyüklüğünü, her şeyi en ince ayrıntısıyla planladığını, mükemmel bir şekilde her şeyi oluşturduğunu göstermektedir. Ayrıca tüm bu oluşumlar göstermektedir ki; bu Evren’in Yaratıcısı için zorluk kavramı yoktur, o isteyince her şey olur, onun sadece “Ol” demesi yeterlidir. Değerlendirmemizin birinci bölümünü burada sonlandırıyoruz.

İKİNCİ BÖLÜM

Şimdi de değerlendirmemizin ikinci bölümüne geçebiliriz. Yani Mikkel’in “Gerisi de evrim” Ifadesine. Mikkel “Gerisi de evrim.” şeklindeki sözünü üç alt başlıkta ele alacağım. İlk olarak, Mikkel bu sözüyle canlılığın başlangıcı ve türleşmeyi, Tanrı’yı evrime dahil etmeden açıklamaya çalıştığı için bu açıklama tarzının ateistler aleyhine yol açtığı problemlerden birini dile getiren “Naturalizme Karşı Evrimsel Argüman”a değineceğiz. İkinci ve üçüncü olarak, Tanrısız evrim görüşünün etik alanında yol açtığı problemleri açıklamaya çalışacağız. Mikkel’in söz konusu sözü, günümüz ateistlerinin de iddia ettiği gibi ahlakın da evrimle açıklanabileceği ve ahlak için dine veya Tanrı’ya atıf yapılmasına gerek olmadığıyla da ilgilidir. Bu iddiaların felsefi açıdan mümkün olup olmadığını yerli ve yabancı ateistlerin eserlerinden alıntılar yaparak açıklayacağız.

Mikkel’in ateist olduğunu ve evrim teorisine felsefi bir yorum katarak evrimin “tesadüfen” olduğu gizli varsayımını burada belirtmek gerekir. Oysa, Tanrı’nın dahil olmadığı bir evrim teorisi görüşü birçok probleme yol açmaktadır. İlk olarak, söz konusu problemlerden olan “Naturalizme Karşı Evrimsel Argüman”a bakalım.

1- Mikkel’in “Gerisi de evrim” Sözünün Ateistler İçin Yol Açtığı Çıkmaz

Önce bir soruyla başlayalım: Eğer matematiksel işlemleri yapmak için üretilmiş bir hesap makinesinin yanında planlanmamış ve tesadüfi süreçlerle oluşmuş fakat matematiksel işlem yapma özelliği de kazanmış bir hesap makinesinin varlığından bahsedilse, hangisiyle yapacağınız işleme güvenirdiniz? Materyalist-ateist görüş ile teizm arasında değerlendirmeleri yapan akıldır, aklın güvenilirliğini sarsan bir görüşü (materyalist-ateizm) savunanların ise akılla materyalist-ateizmin doğru olduğu sonucuna vardıklarını söylemeleri mantıken mümkün değildir. Bunu daha sofistike ve detaylı bir biçimde Alvin Plantinga ünlü makalesi “Naturalizme Karşı Evrimsel Argüman” isimli çalışmasında ele almıştır.

Plantinga, Dawkins gibi ünlü ateistlerin iddialarının tersine, evrim görüşüyle teizmin değil, asıl materyalist-ateizmin uzlaşamayacağını ifade etmiştir. Plantinga, materyalist-ateist evrim anlayışına göre “güvenilir zihinsel yeteneklere” sahip olmamızın beklenmesi için hiçbir neden olmadığını söyler. Çünkü materyalist-ateist evrimcilerin yaklaşımlarına göre evrimin mekanizmalarının, sadece bu dünyaya uyum sağlayanı, yaşayabileni ve üreyebileni seçmesi beklenmektedir. Fakat bu anlatımın içinde, doğru bilgiyi elde edecek güvenilir zihinsel yeteneklerin ortaya çıkmasını beklenir kılacak hiçbir unsur yoktur. Diğer yandan bir teist, Allah’ın insanları, Kendisi’ni bilebilecek ve sanatını takdir edebilecek şekilde -evrim aracılığıyla veya evrimsiz- yarattığını düşündüğü için, doğru bilgiye ulaşacak şekilde zihinsel yeteneklere sahip olmamızı bekleyeceği bir paradigmaya sahiptir. Materyalist-ateist bir evrim anlayışını savunanlar ise akıl yürütme süreçlerimize güvenilebileceğini söyleyemeyecekleri için, ateizmin veya evrimin doğruluğu dahil herhangi bir doğruluk iddiasında bulunamazlar.

Plantinga bu yaklaşımıyla, materyalist-ateist bir yaklaşımla beraber evrim teorisinin savunulmasının -birçok kişinin hiç beklemediği şekilde- “kendini çürüten” (self defeating) bir yaklaşım olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Bu argümanla, bilim ile (ve evrim teorisiyle) materyalist-ateist görüş (Plantinga “natüralizm” ifadesini kullanmaktadır) arasında uyum olduğu görüntüsü çizilse de, insanın akıl yürütme süreci iyi analiz edildiğinde, bilim ile materyalist-ateist görüş arasında derin bir uyumsuzluk olduğu, çünkü materyalist-ateist görüşün aklı ve onun ürünü olan bilimi güvenilmez kılan, kendini çürüten bir unsuru içinde taşıdığı savunulmaktadır. Bu argümanı şöyle özetleyebilirim:

1- Materyalist-ateist görüşün savunucularına göre akıl, doğal seleksiyonun etkin olduğu planlanmamış ve tesadüfi bir evrim süreciyle oluşmuştur.

2- Bu doğal seleksiyon sürecinde yaşamaya ve üremeye uygun olmayanlar elenirken, uygun olanlar ise yaşamaya ve genlerini aktarmaya devam etmektedirler.

3- Bu tarz bir doğal seleksiyon mekanizmasına göre akılla yapılan çıkarımların doğru olduğunu beklememiz için bir sebep yoktur.

4- Materyalist-ateist görüşe inananlar, tüm görüşler akıl yürütmenin sonucu olduğundan, herhangi bir görüşlerinin doğru olduğunu iddia edemezler.

5- Materyalist-ateist görüşün doğru olduğu iddia edilemez.

Bu maddelerin ilkinde belirtilen hususu günümüz materyalist-ateist düşünürlerini takip eden herkes bilmektedir. Bu düşünürler, doğadaki kanunlar (zorunluluk) ve tesadüfler (şans) çerçevesinde işleyen ve bilinçli bir planla ilgisi olmayan bir evrimin, aklı ve canlıların diğer tüm özelliklerini oluşturduğunu savunmaktadırlar.

İkinci maddede ise evrimin temel mekanizması olarak kabul edilen doğal seleksiyonun tarifi yapılmaktadır. Bu da çağımızın materyalist-ateist düşünürlerinin kabul ettiği bir  tariftir. Kısacası bu iki maddede materyalist-ateistlerin itiraz edeceği bir husus mevcut değildir.

Burada kritik olan madde üçüncü maddedir; birçok materyalist-ateist, kabul ettikleri şekilde bir evrim sürecinin, akıl yürütme süreçlerinin güvenilmez olduğu anlamına geldiğini reddedeceklerdir. Materyalist-ateistler, bu maddede ifade edilen hususu kabul ederlerse kendi kendini çürüten bir iddiayı dile getirmiş olacaklardır. Eğer üçüncü madde doğru kabul edilirse, dördüncü maddenin doğruluğu çok basit bir akıl yürütmeyle bile görülmektedir. Eğer “akıl” güvenilmezse, akılla gerçekleştirilen herhangi bir husustaki doğruluk veya yanlışlık iddiası da güvenilmezdir, çünkü her doğruluk veya yanlışlık iddiası “aklın” kullanılmasının bir sonucudur. Bu kabul edilince ise beşinci maddedeki sonuç otomatikman çıkmaktadır: Materyalist-ateist görüşün doğruluğu da bir akıl yürütmenin sonucudur, aklın güvenilmez olduğu sonucuna götürecek görüş beyan eden materyalist-ateistler, görüşlerinin barındırdığı bu kendini çürüten unsur nedeniyle, materyalist-ateist görüşün de doğru olduğu iddiasını dile getiremezler. Üstelik çok basit güncel olaylar üzerine akıl yürütmelere dayanan hususların doğruluğunu bile iddia edemezler. Materyalizmin, ateizmin veya evrim teorisinin doğru olduğunu iddia etmek ise güncel hayatta karşılaşılan rutin olaylar hakkındaki akıl yürütmelerden daha üst seviyede bir akıl yürütmeyle ilişkilidir.

Burada üçüncü madde kritik madde olduğuna göre bu maddeye yoğunlaşalım. Burada bahsedilen sorunu daha önce fark eden önemli bilim insanları olmuştur (hem ateist hem teist). Darwin bunlardan biridir; Darwin, daha aşağı hayvanlardan evrimleşen insan zihninin kanaatlerine güvenilip güvenilmeyeceğine dair “korkunç şüphenin” (horrible doubt) kendisinde sıkça ortaya çıktığını ifade etmiştir.

Ünlü evrimci biyolog J. B. S. Haldane de, zihinsel süreçler sadece maddenin hareketleriyle belirleniyorsa bilinenlerin doğru olduğunu iddia edecek hiçbir zeminin olmadığını, hatta beynin maddi yapıda olduğu iddiasının doğru olduğunun da savunulamayacağını ifade etmiştir. Bahsedilen bu yaklaşıma en çok itiraz, doğru inancın yaşamayı ve genleri aktarmayı daha muhtemel kılacağı, bu yüzden doğal seleksiyonun doğru inançları seçtiği, şeklinde yapılmaktadır. Fakat materyalist açıdan olaya bakarsak, davranışlarımıza sebep olan, beynimizdeki nöronlardan oluşmuş yapılardır. Bu nöronlardan oluşmuş yapılar, biyokimyasal yapıları sebebiyle bu davranışlara sebep olurlar, zihindeki düşüncenin içeriğinin ne olduğu (doğru mu yanlış mı olduğu) burada önemsizdir. Bambaşka bir zihinsel içeriğin aynı biyo-kimyasal yapıya karşılık geldiğini farz edelim; o da aynı davranışa sebep olacaktır, çünkü davranışa sebep olan biyo-kimyasal yapı, sahip olduğu içerik doğru veya yanlış bir bilgiye karşılık gelip gelmediğinden bağımsız olarak etkide bulunmaktadır. Aslında materyalist zihindavranış ilişkisinin yol açacağı bu tip sonuçları fark eden materyalist düşünürlerin bir kısmı, zihinsel durumların (akıl yürütme, acı, mutluluk…) aslında olmadığı anlamına gelen, daha önce değindiğimiz eleyici materyalizmi; eleyici materyalizmin savunulamazlığını fark eden bir kısmı ise zihinsel durumlarımızın aslında nedensel etkisi olmadığı anlamına gelen epifenomalizmi (epiphenomenalism) savunma yoluna gitmişlerdir. Kolunuzu kaldırmak istemenizle kalkması arasında bir bağlantı olduğuna eminseniz, epifenomalizmin yanlış olduğuna da eminsiniz demektir.  

Bir aslandan kaçan geyiği ele alalım; bu geyiği hayatta tutan aslandan kaçmasıdır, aslandan kaçarken eğer kaçamazsa aslanın kendisini yiyeceğini doğru bir şekilde bilip bilmediği önemsizdir. Örneğin geyik, aslanın kokusunu alınca burnu bu kokudan rahatsız olduğu için kaçması gerektiğini düşünüp koku kaynağından uzaklaşıyorsa veya burnu düşecek zannedip koku kaynağından uzaklaşıyorsa veya bunu bir koşu yarışı olarak düşünüp kaçıyorsa veya başka birçok yanlış bilgiye dayalı kaçışla ilgili muhtemel senaryo; hepsi de aynı davranışa sebep olduğu için geyiğin yaşamasını ve genlerini sonraki nesillere devretmesini destekler. Sonuçta doğru tek bir düşünceye karşı yanlış düşünce kümesi çok geniştir fakat canlının yaşamını sürdürmesi ve genlerini aktarması için hepsi aynı sonucu vermektedir. Materyalist-ateist evrim anlatımında ise doğru bilginin seçimini gerekli kılacak veya insan zihni için farklı bir perspektif açacak hiçbir unsur yoktur; doğal seleksiyon her canlı için doğru bilgiyi değil yaşatan biyo-kimyasal yapıyı seçer.

Akıl yürütme faaliyetinin planlanmamış ve tesadüfi bir doğal seleksiyon süreciyle oluştuğunu savunan bir materyalist-ateist, sıradan akıl yürütme faaliyetinin güvenilirliğini bile savunamaz duruma gelecektir. Fakat o zaman, felsefi ve bilimsel üst seviyede bir akıl yürütmeyle ilgili olan materyalizmin, ateizmin ve evrim teorisinin doğruluğunu da savunamaz.

Epikür, Lucretius, Marx gibi tarih boyunca önemli etkisi olmuş düşünürlerden günümüzün etkili Yeni Ateistler’ine (New Atheists) kadar hepsi materyalist-ateistlerdir ve bunlara karşıt kampta olan temel görüş de tarih boyunca teizmdir. Günümüzün materyalist-ateistlerinin hemen hepsi planlanmamış ve tesadüfi bir süreç olarak evrim teorisini savunmaktadırlar. Bahsedilen bu sorundan kurtulmak için materyalist-ateistlerin önündeki bir yol, planlanmamış ve tesadüfi bir süreç olarak evrim teorisini reddetmektir. Fakat en ünlü ateist olan Yeni-Ateist hareketinin lideri Richard Dawkins, ancak Darwin’le entelektüel açıdan ateizmin savunulmasının mümkün olduğunu, bundan önce ateistler olsa da, bu pozisyonun tatmin edici bir şekilde savunulmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir. Materyalist-ateist paradigmayla anlaşılan bir evrim teorisini reddetmek günümüz ateistlerinin ödemeye hiç yanaşmayacağı bir bedeldir. Belki de bu yüzden, burada sunulan argümanla birçok ateist düşünürün ciddi bir şekilde yüzleşmediği gözlemlenmektedir. (Zaten bir ateist bu teoriyi reddetse de, planlanmamış ve tesadüfi başka türlü süreçlerle akıl açıklanmaya kalkıldığında, ateistler kendilerini yine aynı şekilde “kendini çürüten” bir iddianın içinde bulacaklardır.)

Görüldüğü gibi bir materyalist-ateist, planlanmamış ve tesadüfi bir evrimsel süreci savunmakla kendi kendini çürüten bir görüşü savunmakta ve içinden çıkması mümkün olmayan bir paradoksa düşmektedir. Oysa tarih boyunca materyalist-ateist görüşün alternatifi olmuş teizme göre evren daha var olmadan önce akıl, bilinç, irade, kudret sahibi bir Allah vardı: Evren ve canlılar hangi süreçlerle yaratılmış olursa olsun, bu yaratılış süreci bu ezeli yaratıcının akıl ve irade gibi sıfatları çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu yaratılış sürecinde insana Yaratıcınınkine göre düşük bir seviyede de olsa aklın verilmesinin sebeplerinden biri, doğru bilgiye ulaşması olduğu için, aklın doğruya ulaşma kapasitesi olduğunu düşünmeye bu paradigma olanak tanır.

2- Mikkel’in “Gerisi de evrim” Görüşünün Yol Açtığı Meta-Etik Problem

Meta-Etik, felsefenin bir alt disiplinidir. Bu disiplin temelde üç soruyla ilgilenir. Birincisi, ahlaki terimlerin anlamının ne olduğu sorusudur. İkinci soru, ahlak yargılarının doğasının ne olduğu sorusudur. Üçüncü soru ise, ahlak yargılarının nasıl temellendirileceği sorusudur. Meta-Etiğin üçüncü sorusu konumuz açısından önem taşımaktadır.

Mikkel gibi Tanrısız evrim görüşündeki kişilere göre, Evrim teorisi, sadece doğada canlılığın nasıl başladığını ve geliştiğini açıklamakla kalmaz, ahlak da dâhil olmak üzere her şeyin açıklaması olarak sunulur. Onlar, ahlakın da Tanrı olmadan açıklanabileceğini savunmaktadır. Oysa, bu görüş, ahlak yargılarının nasıl temellendirileceği konusunda meta-etik bir probleme yol açar: Ahlaki bir sistemin, Allah inancı olmadan rasyonel temeli olamaz. Burada “rasyonel temel” ile kastım; ahlaki eylemi gerçekleştirirken bu eylemi gerçekleştirmenin ve gerektiğinde şahsi çıkarından vazgeçmenin akılcı bir temeli olmasıdır. Nitekim birçok ünlü ateist felsefeci de bunu tespit etmiştir. Örneğin Allah olmadığında ahlaki değerlerin doğruluk değeri kalmayacağına, Nietzsche ve Sartre gibi ünlü ateist filozoflar dikkat çekmiştir.

Nietzsche’nin “Ondan, temel bir kavramı, Allah’a inancı çekip aldığınızda, bütününü mahvedersiniz: artık zorunlu hiçbir şey elinizde kalmaz… onun ancak Allah’ın varlığı doğruysa bir doğruluk değeri olabilir; o, Allah ile ayakta durur, Allahsız çöker” gibi sözleriyle ahlak için sergilediği yaklaşımı da böylesi bir tespiti ortaya koymaktadır.

Sartre’ın şu sözlerinde de bu yaklaşımı görmekteyiz: “Tam tersine, varoluşçu için Allah’ın var olmadığı fikri oldukça huzursuzluk vericidir, çünkü O’nla beraber rasyonel bir zeminde değerler için zemin bulma olasılığı da yok olmaktadır. Bu, bunu düşünecek sonsuz ve mükemmel bir Bilinç olmadığı anlamına geldiğinden, baştan kabul edilebilecek bir iyilik de yok demektir. Sadece insanların olduğu bir zeminde olduğumuzdan; hiçbir yerde iyiliğin var olduğu, kişinin dürüst olması veya yalan söylememesi gerektiği yazmaz. Dostoyevski “Allah olmasaydı, her şey serbest olurdu” diye yazmıştır ve bu da varoluşçuluğun başlangıç noktasıdır. Gerçekten de Allah yoksa her şey serbesttir ve bunun sonucu olarak da insanın bir dayanak noktası yoktur.”

Nietzsche ve Sartre, Allah’ın yokluğunda ahlaki değerlerin rasyonel temeli olamayacağını anlamışlardır. Bu konuyu daha detaylı olarak Prof. Dr. Caner Taslaman’ın Fıtrat Delilleri kitabında bulabilirsiniz.

3- Mikkel’in “Gerisi de evrim” Görüşünün Yol Açtığı Etik Problemler

Mikkel gibi Tanrısız evrim görüşündeki kişilere göre, Evrim teorisi, sadece doğada canlılığın nasıl başladığını ve geliştiğini açıklamakla kalmaz, ahlak da dâhil olmak üzere her şeyin açıklaması olarak sunulur. Onlar, ahlakın da Tanrısız evrim görüşüyle açıklanabileceğini savunmaktadır. Oysa, Tanrı’nın devre dışı bırakıldığı bir durumda eylemlerin ahlakiliğinden veya gayri-ahlakiliğinden söz etmek için başvurulabilecek iki kaynak vardır. Bunların ilki evrimsel biyologların vurguladıkları evrimsel süreçlerdir. Bu süreçlerden tamamen bağımsız düşünülemeyecek bir diğer kaynak ise toplumsal öğretilerdir. Bir eylemin ahlaki olarak değerlendirilmesinin toplumdan topluma nasıl değiştiğine şahitlik eden herkes toplumun ahlaki değerleri şekillendirme gücünü takdir edecektir. Bununla beraber, gerek evrimsel süreçler gerekse toplumsal etki neticesinde ortaya çıkan ahlaki normların “objektif” olduğunu iddia etmek için başka bir kaynağa referans verilmelidir. Çünkü evrimsel ve toplumsal açıklamalar beraberinde şu soruyu getirir: “Eğer evrim farklı gelişseydi veya farklı bir toplumda yaşasaydık da şu an ‘iyi’ olarak nitelendirdiğimiz eylemleri yine ‘iyi’ olarak nitelendirecek miydik?” Bir ateist olan Michael Ruse bu soruya olumsuz cevap verir: “Eğer tüm yemekler Pablum [Bir bebek gıdası] olsaydı muhtemelen dişlerimiz olmadan daha iyi durumda olurduk. Eğer tüm ilişkilerimizi kar-zarar hesabı ile analiz edebilseydik, muhtemelen ahlak olmadan daha iyi bir durumda olurduk.”

Kısacası, Michael Ruse’a göre eğer evrimsel süreç farklı gelişseydi veya farklı bir toplum içerisinde olsaydık bu durumda ahlaki normlarımız farklı olacaktı, belki de hiç var olmayacaktı. Bu durum, gerçekten de “iyi” ve “kötü” eylemlerin var olmadığı, sadece bizim “iyi” veya “kötü” olduğunu düşündüğümüz eylemlerin var olduğu anlamına gelir.

Ruse gibi düşünmeyen ateistler de vardır. Günümüzde öne çıkan yeni bir ateizm tarzına sahip Yeni Ateistlerin önemli temsilcilerinden Sam Harris, Ahlakın Coğrafyası adlı eserinde bilimin ahlaki konuda rehber olabileceğini savunmuştur: “İnsanın esenliği, tümüyle dünyadaki olaylara ve insan beyninin durumuna bağlıdır. Dolayısıyla, bu konu hakkında bilmemiz gereken bilimsel doğruların var olduğunu söylemek zorundayız. Bu doğruların daha ayrıntılı bir şekilde anlaşılması, bizi toplumdaki farklı yaşam biçimleri arasında kesin bir ayrım yapmaya, bunları daha iyi ya da kötü, doğruya daha yakın ya da uzak veya daha az ya da çok ahlaki olarak değerlendirmeye zorlayacaktır. Bu tür kavrayışlar insan hayatının kalitesini artırmaya yardımcı olabilir.”

Harris, insanların esenliğini sağlayacak verilerin bilimden elde edilebileceğini, dolayısıyla bilimin neyin ahlaki, neyin ahlaki olmadığı konusunda fikir verebileceğini iddia etmektedir. Ancak, Amerikalı felsefeci William Lane Craig’in de belirttiği gibi Harris’in burada yaptığı hata insanın “esenliği” ile “ahlaki olan”ı eşitlemektir. Harris, insanın esenliğinin neden önemli olduğunu sorgulamamakta, insanın esenliğinin diğer canlıların esenliğinden önemli olduğu görüşünü eleştirel bir analize tabi tutmamaktadır. Bu noktada ahlaki normları bilimsel verilerden devşirmeye çalışan Harris’e, yine başka bir yeni ateist olan Dawkins’in cümleleriyle yanıt verilebilir. Dawkins, hatırlanacağı gibi, insanla diğer hayvan türlerini farklı bir ontolojik statüde görmenin, insanı daha değerli kabul etmenin tek tanrılı dinlerden kaynaklandığını belirtmekteydi. Bu dini öğretinin −yani insanın doğada özel bir yeri olduğunun− reddedilmesi durumunda ise Harris’in bilime dayandırdığı ahlaki sistemi çökecektir. Çünkü bu durumda Harris, ahlakilik tartışmalarına insanların esenliği kadar, akşam yemeğinde yediğimiz tavukların, salataya doğranan havucun, bilimsel deneylerde kullanılan tavşanların, zika virüsü taşıyan sivrisineklerin esenliğini de dâhil etmelidir.

Tıpkı Mikkel gibi Tanrısız bir evrim görüşünü savunan Celal Şengör de bilimden ahlaki reçete çıkarılabileceği görüşündedir. Şengör eserlerinde bilimin rehberliğinden bahseder. Ancak, “bilimin rehberliği” kavramı ile ne kast ettiği son derece muğlaktır. Bilim, bazen bilginin edinilmesinde kullanılacak bir araç, bazen Şengör’ün kültürel normlarını onaylayan bir uğraş, bazen ahlaki öğretilerimizi dahi kendisinden çıkarmamız gereken bir kaynaktır. 

Şengör’ün bilimin rehberliği ile ne kast ettiğini anlamak için bazı örnekler verelim. Örneğin akraba evliliği ile ilgili bir tartışmada Şengör’e göre bilimin rehberliğine ihtiyaç duyulmaktadır: “Siz hangi hür, aklı başında insanın yerçekimi kuralını kısıtlayıcı diye reddedip pencereden atladığını gördünüz? Yerçekimi kuralı uyulması gereken bir kural da, meselâ evrim kuralının koyduğu sınırlamalar (ör. sürekli akraba evliliklerinin zararları) değil midir?”

Şengör’den alıntılanan bu düşünce −akraba evliliğinin zararlarını evrimden değil, genetikten öğrendiğimizi bir kenara bıraksak da− sorunludur. Şengör, burada, bilimin akraba evliliğinin zararları konusunda bizi bilgilendirerek akrabamızla evlenmememiz konusunda bize rehberlik yaptığını iddia etmektedir. Ancak Şengör şu önemli noktayı gözden kaçırmaktadır: biyoloji bize akraba evliliğinin gelecek nesillerin sağlığı için zararlı olduğunu gösterir. Öte yandan, akraba evliliğinden kaçınmamızı öğütlemez. Bizim “akraba evliliğinden kaçınmalıyız” demek için bilimin dışında bir öğretiye, örneğin “insan yaşamı değerlidir ve insanlığın refahı artırılmalıdır” gibi bir kabule ihtiyacımız vardır. Bu tür bir kabul ise bilimsel metotla elde edilemez. Şengör, bu kabulü –yani insanın yaşamının değerli olduğu ve insanın varlığını tehdit eden şeylerden uzak durulması gerektiği görüşünü− verili kabul etmekte, bu görüşün nereden geldiğini ve nasıl temellendiğini sorgulamamakta, bilimin “rehberliğini”, sorgulamadan benimsediği bu kabulün üzerine bina etmektedir.

Şengör’ün bilimden ahlaki rehber yaratmaya çalıştığı tek örnek bu değildir. Şengör’ün 1980 darbesi sonrasındaki işkencelerle ilgili yorumunda da benzer bir çabaya girişir. Bu röportajda Şengör, insanlara dışkı yedirmenin işkence olmadığını çünkü gorillerin de dışkı yediğini belirtmiştir: “Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil… Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun?… Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ikram ediyorlardı. Onlar da bizim gibi primatlar. Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz.”

Yukarıdaki alıntıda da görmekteyiz ki Şengör’e göre, doğa, neyin ahlaki olup neyin olmadığını da belirleyen bir otorite halini almıştır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Şengör, bu alıntıda da görüldüğü gibi zaman zaman “bilim” ile “doğa”yı da birbirine karıştırmaktadır. Bilim, doğayı anlamamızı sağlayan bir araçtır. Ancak bilim bize “doğada gördüklerinizi kopyalayın, taklit edin” demez. Diyelim bilimin yardımıyla doğada gorillerin dışkı yediğini gördük. Hiçbir bilimsel yasa bize dışkı yememiz gerektiğini öğütlemez. Bilim sadece şahitlik ettiğini söyler. Ne yapmamız gerektiğini değil.

Bir an için Şengör’ün bilim ve doğa konusundaki kafa karışıklığını görmezden gelelim. Diyelim ki Şengör haklı; “bilim” bize, mahkûmlara dışkı yedirilmesinde bir sakınca olmadığı yönünde rehberlik yapıyor. Şimdi dilerseniz, Şengör’ün bu çıkarımının sonuna dek tutarlı şekilde savunulması durumunda bilimin rehberliğinin nelere cevaz vereceği üzerine ufak bir zihin egzersizi yapalım. Örneğin Bonobo maymunlarında yetişkinlerin çocuklarla cinsel ilişkiye girmeleri sıradandır. Şengör’ün doğadan ve bilimden rehber edinme yöntemini benimseyen bir kişi, aynı mantıkla çocuk tacizini meşrulaştırabilir. Veya bazı örümcek türlerine atıfta bulunarak bir kadının eşini yemesini meşru görebilir. Yine hayvanlar alemine atıfla insanlar için de hırsızlığı, tecavüzü, cinayeti, ensest ilişkiyi “ahlaki” bulabilir. İşin gerçeği, bu tür eylemleri ahlaksızlık olarak nitelendirmek için insan ile hayvanların ontolojik statülerinde bir fark olduğunu varsaymak gerekir. Ancak bilim bize bu tür bir ontolojik farklılıktan söz etmez. Bilim insanın daha zeki olduğunu söyler ancak bu insanı üstün bir varlık yapmaya yetmez. Neden zekâyı üstünlüğün belirleyicisi olarak alalım ki? Neden hızlı koşan değil de zeki olan üstün olsun? Ya da şu soruyu soralım: Üstünlüğü belirleyen kriter zeka ise zihinsel engelli kişileri ontolojik merdivende nereye yerleştireceğiz? Felsefe bize çoğu zaman en sorgulanmaz gördüğümüz kabullerimizin temelsiz olduğunu gösterir. Esasen, insanların diğer canlılardan üstün olduğu ve onlar gibi davranmaması gerektiği yönündeki kabul de bunlardan birisidir. Oysa insanların diğer canlılardan farklı ve üstün olduğu yönündeki inancın bilimsel bir desteği yoktur. Bu ontolojik statü farkını bilimden değil dinden devşirmek mümkündür. Nitekim yeni ateizmin en önemli temsilcisi Dawkins de, bu “varsayım”ın dinlerden geldiğini kabul eder:  “Bir hayvanat bahçesi yöneticisinin gereksinim fazlası şempanzeleri “uyutma”[öldürme] yetkisi vardır, fakat fazlalık bir hayvan bakıcısını ya da bilet satıcısını “uyutma” yetkisi müthiş bir öfkeyle karşılanacaktır. Şempanze hayvanat bahçesinin malıdır. İnsanlarınsa bugünlerde kimsenin malı olmadığı varsayılıyor. Fakat yine de şempanze ayrımcılığı bu biçimiyle pek ender dile getirilir ve bunu savunacak bir mantık olup olmadığı konusunda kuşkuluyum. Bizlerin Hristiyan kaynaklı davranışlarımızın insanın nefesini kesen türcülüğü işte böyle.”

Dawkins’e göre “insan hakları, insanın asaleti ve insan yaşamının kutsallığı” gibi varsayımların gerçekte karşılığı yoktur. Bunlar dinlerin “uydurduğu” türcü varsayımlardan ve illüzyonlardan ibarettir.  İlginç olan, Dawkins’in bu iddiasına karşın, insanların hayvanlar alemini ahlaki rehber olarak benimsememesi gerektiği yönündeki tespitidir. İngiliz biyolog insanların doğayı örnek almaması ve Darwinist bir dünyada yaşamaması gerektiğini şu cümleleriyle özetlemiştir: “Ben hastanın bakıldığı, güçsüzün kollandığı, ezilenin gözetildiği bir toplumda yaşamak istiyorum, ki bu da anti-Darwinist bir toplumdur.” Dawkins, bir yandan dinlerin insanlık için son derece zararlı olduğunu ve bilimin dinlerin yerini alması gerektiğini savunurken, bir yandan da dinlere borçlu olduğumuzu kabul ettiği “insan yaşamı kutsaldır” kabulünü, doğadan veya bilimden devşirilmemesine rağmen benimsemektedir. Bu tutarsız pozisyon, elbette açıklamaya muhtaçtır. En azından, Şengör, insanın “özel” olmadığını iddia ederek Dawkins’ten daha tutarlı bir pozisyon benimsemiştir. Bununla beraber rasyonel bir insan, Dawkins gibi tutarsız ateistlerle yaşamayı, Şengör gibi “tutarlı” ateistlerle yaşamaya tercih edecektir. Şengör, farkında olmasa da, her eylemin mübah olduğu bir dünyayı savunmaktadır. Yani o din ile beraber ahlakı da “çöpe attığının” farkında değildir. Ve yine farkında olmasa da bu tür bir dünya, onun eserlerinde sıkça rastlanan “insan onuru” gibi kavramları anlamsız kılacaktır. Yeni Ateistlerin bilimi, sadece evreni anlamak için bir araç olarak değil de birçok konuda rehber olarak kabul etmelerinin yol açtığı problemleri daha detaylı olarak “Bilim Ne Değildir?” (Alper Bilgili) isimli kitaptan okuyabilirsiniz. Yazımızın ikinci bölümü de böylelikle sonlanmış bulunuyor.

SONUÇ YERİNE

Dark dizisi, son zamanların en iyi kurgularından olarak kabul edilmektedir. Ancak içeriğindeki diyaloglar geçmişin ve günümüzün önemli felsefi problemlerini de gündeme getirmektedir. Biz bu yazıda bu problemlerden en önemlilerini Noah ve Mikkel arasında geçen diyaloga dayanarak ele almaya çalıştık. Noah’ın diyalogta söylemiş olduğu “Kimi zaman sorgulayan kişileri de sorgulamak gerekir” sözünü, yazımız boyunca yerli ve yabancı ateistlerin eserlerinden alıntılar yaparak eyleme döktük. Yazımızı burada noktalıyoruz. Dark dizisiyle ilgili başka yazılarda görüşmek dileğiyle.

NOTLAR VE KAYNAKÇA

Not 1: Aslında, Kuran’da İslam ifadesi, Hristiyanlık, Yahudilik dinlerini ve ayrıca diğer elçilerin vahiy bildirilerini de kapsayacak şekilde kullanılır. Aralarında nüanslar olsa da hepsinin Allah’ın varlığı ve birliği, elçilerin varlığı, ahiretin varlığı vb. birçok konuda temel ilkeleri değişmez olarak yer almaktadır.

Not 2: Evrim konusunda Müslümanlara yöneltilen eleştirileri bu yazımıza dahil etmedik. Bu konuda “Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi?” (Caner Taslaman), kitabı okunabilir.

Not 3: Neden Dinin Tek Kaynağı Kuran’dır? isimli yazıyı okumanızı tavsiye ederim: https://www.diniyazilar.com/2020/02/neden-dinin-tek-kaynagi-kurandir/

Not 4: Bu yazıda yararlandığımız kaynaklar şöyledir:

1- Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize, Kuran Araştırmaları Grubu.

2- Big Bang, Felsefe ve Tanrı, Caner Taslaman.

3- Naturalizme Karşı Evrimsel Argüman, Alvin Plantinga.

4- Fıtrat Delilleri, Caner Taslaman.

5- Bilim Ne Değildir, Alper Bilgili.


About the Author
Author

Editor 1

Leave a reply

Name (required)

Website