DOĞRU ŞÜPHECİLİK

DOĞRU ŞÜPHECİLİK

“Şüphe duyarsan, dinden çıkarsın!” algısı ne yazık ki birçoğumuzu etkisi altına almıştır. Hâlbuki düşünsel bir alan olan Felsefe disiplininde olduğu gibi dini alanda da düşünmeyi emreden bir yaratıcı var. Felsefe ve Teolojinin bir zıtlık üzeri değil aynı kutupların birbirini itmesi üzeri oluşan bir rekabet şeklinde algılanması sorgulama yetisini kuvvetlendirecektir. İşte bu benzer özellikleri sebebiyle de aynı zamanda birbirini destekleyen iki parça konumundadırlar. Peki ya Felsefe nedir? Felsefe; “Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması” olarak tanımlanır. Peki ya dini inanç? Kutsallaştırılan geleneklerin kabul ettirdiği gibi; bilgi ve bilime karşı mıdır? Gelin merakımızı bir giderelim.
Günümüzde bilim de felsefe de bir yaratıcının var olduğunu kabullenmiş konumdadır. Tam olarak itiraf edemeseler de dolaylı yoldan araştırmaları sonucunda ulaştıkları sonuç hep bir yaratıcının var olması gerektiğine yöneliktir, kendiliğinden veya tesadüfen oluşmayacak sonuçlar çıkarmışlardır. Bu hususta araştırmalarının sonucunda her iki alanın da aynı hakikate farklı yollardan ulaştıklarını söylemek mümkündür. Monoteizmi destekleyen bu duruma teolojik açıdan bakacak olursak sonuç farksızdır. Tek tanrılı dinlerin sonuncusu olarak kabul ettiğimiz, 1400 yıl önce gönderildiği bilinen ve ispatlanan kutsal kitabının günümüz bilimine ışık tutan ayetleri mevcuttur. Peki, nasıl oluyor da bilimin hiçbir şekilde varlık göstermediğini kabul ettiğimiz bir dönemde bu kadar şey biliniyor? İşte bu da yaratıcının varlığını kanıtlayan mucizelerden bir tanesidir. Ayrıca din “genel kitlenin” kabul ettiği gibi aklı arka plana atmaz. Kutsal kitabın birçok ayetinde akıldan ve akıl sahiplerinden bahsedilir. Tanrı emirleri doğrudan doğruya akla yöneltir ve evrenin varlığı araştırılarak hakikate ulaşılması gerektiğini ve bunda akıl sahipleri için bir öğüt olduğunu söyler. Bu hususta düşünmeden inanmak akıl kârı olmayacağı gibi bir anlamı da olmayacaktır. Descartes ve Hume şüpheden faydalanarak akıl yürütme yoluyla birtakım doğrulara, hakikatlere ulaşmışlardır ki onların başvurdukları bu yola “metodik şüphe” denilmektedir. Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü bu metotla varılan bir sonuçtur ve varlığın sadece akılla algılanabileceğinin de bir göstergesidir. Başa dönecek olursak Felsefe ve Teolojinin aslında ne kadar benzer ve birbirlerini destekleyen iki alan olduklarını görebiliyoruz, ikisinin de başlangıcı “merak” ve amacı hakikate ulaşmak, tabi bu kadar kısa birkaç örnek ve söylem ile kesin bir sonuca varılamaz belki ama yolumuza ışık tutabilir. Yaratıcının bizden istediği şekilde ‘taklidi iman’ı ‘tahkiki iman’a çevirmemizde bize yardımcı olabilir. Konfüçyüs’ün de dediği gibi; “uzun bir yolculuk tek bir adımla başlar.” Düşünce ve akıl kabiliyeti yaratıcının bize emanetidir ve emanete hıyanet etmemek gerekir. İmam Maturidi’nin “Düşünmemeyi, akletmemeyi telkin eden her türlü his şeytan işidir.” sözünü akıllarımıza kazıyıp, etkisi altında kaldığımız hurafelerden, beşeri oluşumlardan kurtulup, uzaklaştırıldığımız, sırtımızı döndüğümüz hakikate, tek gerçek olan İlahi Kelama sarılmalıyız. Kalıplaşmış alışkanlıkların bir anda değişmesi elbette kolay değil ama din basittir, zorlaştırmak niye? İnsanları yakınlaştırmak varken uzaklaştırmak niye? Atasoy Müftüoğlu der ki; “büyük sürüyü sorgulamak, risk almayı, sorumluluk almayı gerektirir ve kavga etmeyi de…”. Şunu da belirtmek isterim; basit demek kolay demek değildir ve hedefe ulaşmak elbette gayret gerektirir. İslam teolojisinde “anladığım için iman ediyorum” düşüncesi belirleyicidir. Bu nedenle akıl ile yapılan doğru şüphecilik dinden çıkarmaz, aksine inancı güçlendirir, “koyun” olmayı engeller. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” psikolojisinden çıkıp yüzümüzü hakikate çevirmenin tam vaktidir.
Velhasıl; Düşünelim, düşündürelim

Nurdan ÖZBEY


About the Author
Author

Nurdan35

Leave a reply

Name (required)

Website