Tevhit, Dinin Neresinde?

Tevhit, Dinin Neresinde?

Din, kişiden kişiye değişmekle birlikte toplumumuzu oluşturan bireylerin çoğunun hayatında bir biçimde yer bulan bir hayat gerçeğidir. Bu hayat gerçeği tarihin her döneminde ve her coğrafyasında farklı özel isim etiketleri ile karşımıza çıkmaktadır. Bu dinlerin tamamı tıpkı ideolojiler gibi daha iyi ve yaşanabilir bir hayat kurma iddiası taşır. Ancak bu iddianın tarih boyunca pratikteki karşılığını bulduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir. Özel adı ne olursa olsun kaynağını dini motivasyonlardan alıp tarihin bir dönemini insanlığın ulaşabileceği en ideal mutlak düzen gibi yansıtmaya çalışan görüşler varsa da bu görüşlerin tarihi gerçekliğe uygunluğu söz konusu değildir. İddia ile pratikte ortaya çıkan bu uyumsuzluğun nedenlerine dair farklı bağlamlarda çok farklı görüşler elbette ki ileri sürülebilir. Ancak biz bu uyumsuzluğun kaynağının dini temsil iddiasında olanların içinde aranması gerektiğini düşünüyoruz. Devrim niteliğinde bir mesajla ortaya çıkan dinlerin çok kısa bir süre sonra bizzat o dini temsil edenler tarafından karşı bir devrimle tanınmaz hale getirildiğini görmekteyiz. Dinin ilk ortaya çıkış aşamasında toplum bünyesinde yarattığı devrim tevhit ilkesi çerçevesinde gerçekleştiğinden ötürü karşı devrimden nasibini alan temel ilke de tevhit mesajı olmaktadır. Bu karşı devrim-karşı devrim sürecini Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın geçmişlerinde görebilmekteyiz. Ayrıca günümüzde paganist bir görünüm arz eden Asya dinlerinin ilk dönemlerinde de aynı durumun yaşanmış olabileceğini düşünüyoruz. Biz bu yazımızda tevhit mesajının üstünün örtülmesini Kur’an bağlamında ele almaya çalışacak ve her daim Tanrısal mesajın asıl ilkesi olan tevhidin mevcut geleneksel inançlarımızdaki yerini sorgulamaya çalışacağız.

Kur’an’ın bir din kitabı olmasının ötesinde bir din ve ruhban eleştirisi kitabı olduğunu vurgulamanın çok önemli bir gerçek olduğunu düşünüyoruz. Kur’an bu tür eleştirilere dair çok sayıda ayet içermektedir. Biz yalnızca şu ikisini vermekle yetineceğiz:

“Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da Rabler edindiler. Meryem’in oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine tek olan Allah’tan başkasına ibadet etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah’tan başka! Onların ortak koştuklarından arınmıştır o.” (Tevbe, 31; Yaşar Nuri Öztürk çevirisi)

“Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azap muştula.” (Tevbe, 34; Yaşar Nuri Öztürk çevirisi)

Bizce örnek olarak verdiğimiz bu ayetler bile tek başına bir kutsal kitap için büyük bir devrim niteliği taşımaktadır. İnansın veya inanmasın tüm insanların Kur’an’ın bu devrim mesajını bilmesinin ve takdir etmesinin insanlığın uygarlık yolunda atması muhtemel büyük adımları için büyük bir önemi olduğuna inanmaktayız. Çünkü dünyadaki tüm inançlı insanların inanç alanında yaşadığı en önemli krizin kaynağının esasında Tanrı-insan ilişkilerine müdahale sorunsalından kaynaklandığını düşünüyoruz.

Kur’an mesajına bakıldığında tüm peygamberlerin asıl mücadelesini verdiği değerin tevhit olduğu açıkça görülür. Yine Kur’an mesajına göre hiçbir inanç grubuna hatta günahkara kapılarını kesin olarak kapamayan Allah, söz konusu tevhidin şirkle bir biçimde kirletilmesi olunca tavrını değiştirmektedir. Son derece düşündürücü olan bu tavrın en açık belirişlerinden birisi şu ayette karşımıza çıkmaktadır:

“Hakikat şu ki, Allah kendisine ortak koşulmasını/şirki affetmez, bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah’a şirk koşan gerçekten büyük bir iftira günahı işlemiştir.” (Nisa, 48; Yaşar Nuri Öztürk çevirisi)

Bir kavramı tam anlamıyla kavrayabilmek onun zıddını da iyi bilmekle mümkündür. Bu bağlamda Kur’an tevhidin zıddı olan şirki tüm görünümlerini ortaya koyan çok sayıda ayet içermektedir. Ancak bu Kur’ansal gerçeğe rağmen büyük ölçüde geleneksel inançlarımızın belirleyici olduğu kültürel ortam tevhidi kelime-i şahadet getirmekten ibaret olarak toplumumuza benimsetmiştir. Bu ortam içerisinde büyüyen insanımız yine aynı kültürel ortamın şekillendirdiği algılarıyla inançlarını kendi dili ile öğrenme çabasına da girmeyince şirki tanıma imkanını bulamamaktadır. Toplumumuzun önemli bir kısmının zihninde şirk Allah dışında değişik maddelerden yapılmış heykellere tapınmaktan başka bir çağrışım yapmamaktadır. Bu durum öylesine büyük bir problem yaratmaktadır ki inançlarının hayatının en önemli şekillendiricisi olduğunu iddia eden ve bu iddiasında gerçekten samimi olan insanımız bile kendi inancının en temel ilkesini ayaklar altına aldığını fark edememe durumu ile karşılaşmakta ve değişik kisvelerle karşısına çıkan ruhban despotizminin istismarına uğramaktadır.

Şirki en büyük zulüm olarak tanımlayan Kur’an’ın bu tavrının içerdiği mesaj itibariyle çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü şirkin en basit bir bakışla bile gerek insan gerekse toplum bünyesinde büyük tahribatlara yol açtığını görebilmekteyiz. Her şeyden önce şirk ürettiği anlamsız yapay kutsallarla insanı yeryüzünde yaşayan milyonlarca diğer canlı türünden ayıran aklı hedef almakta ve bu suretle değerli bir varlık olarak yeryüzünde misyonunu icra etmesi beklenen insanı kendi değerine ihanet eden değersiz bir nesne pozisyonuna sürüklemektedir. Şirk ayrıca henüz ucunu bucağını bilemediğimiz, içerisinde sayısız doğa yasaları bulunan muhteşem bir evreni içindeki sayısız varlıkla birlikte var eden kudret olan Allah’a atfen cehaletin yüceltilmesi anlamını da taşımaktadır. Bu yönüyle şirk yaratıcıya yaklaşma iddiası ile ortaya çıkan ancak yaratıcıya yönelik en büyük hakaret olan bir tavırdır.

Şirkin toplum bünyesinde yarattığı tahribatın izleri insanın yeryüzü serüveni boyunca izlenebilmektedir. Tarih başından sonuna kadar yapay kutsallıklar üreterek doğrudan veya dolaylı olarak Tanrısal bir kimliğe bürünen insanların cinayet, zulüm ve katliamları ile doludur. Yapay kutsallar elbette ki sadece cinayet, zulüm, katliam aracı olarak karşımıza çıkmamaktadır. Özellikle günümüzde bu kutsalların daha çok ekonomik, siyasal, kültürel sömürü aracı olarak hayatımızın her alanında kullanıldığını görmekteyiz. Şirk gerçeğine bu gözle baktığımız zaman şirkin kişinin vicdanında sadece basit bir inanç meselesi olarak kalmadığını rahatlıkla görebilmekteyiz.

Çok kısaca ve genel hatlarıyla ifade ettiğimiz üzere şirkin bireyin zihinsel dünyasında ve toplumsal bünyede yarattığı bu hasarların panzehirinin tevhit olduğu gerçeği tüm Tanrısal mesajlarda olduğu gibi Kur’an mesajının da özünü oluşturmaktadır. Tevhit insan aklı ve onurunun koruyucusu olduğu gibi haddini aşıp dünyayı ve insanları kendi malı gibi gören azgın tipi dizginlemenin de en önemli ilkesidir. Bu yönüyle insanlığın inanç dünyasında ihtiyaç duyduğu en önemli şeyin tevhit olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ancak tüm bunlara rağmen tevhit mesajının geleneksel din anlatısında ne kadar yer bulduğu konusu gündeme gelmektedir. Bu konuyu kısaca Türkiye özelinde ele alalım. Türkiye’de gerek yasal gerekse yasadışı binlerce, belki de on binlerce dini eğitim kurumu, derneği, vakfı mevcuttur. Bu faaliyetlerde resmi ve gayri resmi yüzbinlerce kişi bir biçimde görev almakta, kesin bir rakam söyleyemesek de onlarca milyarlık rakamlarla ifade edilen bir para harcanmaktadır. Tüm bunlardan daha da önemlisi bu topraklarda 1000 yıllık kesintisiz bir İslam egemenliğinin yarattığı bir kültürel iklim de söz konusudur. Tüm bunlara rağmen inanç dünyamızın mevcut durumunun Kur’an mesajı ile ne derece örtüştüğü ısrarla üzerinde durulması gereken bir konudur. Her şeyden önce yukarıda da ifade ettiğimiz üzere insanımızın önemli bir kısmı tevhidin gerçek anlamı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildir. Yine üzülerek ifade etmemiz gerekir ki toplumumuz içerisinde mantıksal hiçbir temeli olmayan yapay kutsallarla hipnotize edilmiş ve bu yapay kutsallarını savunmak adına her an saldırı ve linç girişimine hazır bir kitle de mevcut bulunmaktadır. Örneğin çok basit bir mantık kuralı gereği İslam’ın mesajı ile herhangi bir ilgisi olamayacak olan Süleyman Çelebi’nin şiirinin ibadethanelerde dinsel ritüel aracı haline getirilmesinin doğru olmadığını veya unvanı ne olursa olsun hiç kimsenin Tanrı katında yaklaştırıcı olamayacağını ifade ettiğiniz zaman bunu yapay kutsallarına bir saldırı olarak gören kişilerin saldırısı ile yüz yüze gelmeniz bir gerçeklik halini almıştır. Yani 1000 yıllık İslami bir geleneğin olduğu bir coğrafyada tevhit mesajını açıkça savunabilmek cesaret gerektiren bir durum arz etmektedir. Varlık gerekçesini kendisi gibi insanların ürettiği kutsallar üzerinde temellendirenlerin ele başlarının başlattığı linç kısa sürede giderek dalga dalga büyümekte ve tevhit mesajını savunanlar klasikleşmiş yaftalarla yaftalanmaktadır. Hatta bu saldırı bazı durumlarda kurumsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Yapay kutsalları savunma adına girişilen ve zaman zaman kanlı olaylara dahi sebep olabilen bu tutum bize Sad suresinde anlatılan şu sahneyi anımsatmaktadır:

“Kendi içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar. Ve şöyle dedi bu nankörler: “Bu adam yalanlar düzen bir büyücü. İlahları bir tek Tanrı’ya mı indirgemiş? Bu gerçekten hayret edilecek bir şey!” Temsilcileri olan kodaman grup öne çıktı: “Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki istenip beklenen şey budur. Öteki millette işitmedik böyle bir şey. Bu bir uydurmadan başka şey değildir.” (Sad, 4-7; Yaşar Nuri Öztürk çevirisi)

Evet, bu sahne karşısındakinin ne demek istediğini anlamak dahi istemeyen ve asla temellendiremeyeceği inançları uğruna zorbalık sergileyenlerin vücut verdiği bir manzarayı gözümüzün önünde canlandırmaktadır. Peki bu yapay kutsalları oluşturup toplumsal belleğimize yerleştirenler kimlerdir?

Toplumu oluşturan bireyler korku, bilgisizlik, şefaat algısı gibi sebeplerle yapay kutsallara sarılmış olsalar da bu kutsalları oluşturanlar onlar değildir. Bu kutsalları ancak din adına hareket ettiğini söyleyenler oluşturabilirdi ve öyle de olmuştur. Oluşturulan bu yapay kutsallar tevhidin tanınmasını, başta ibadet alanı olmak üzere hayatın her alanında uydurulan anlamsız ayrıntılar ise Kur’an mesajının hem bireye hem topluma çığır atlatacak ilkelerini görünmez kılmıştır. Bu kişiler dini ve dini metinleri tılsım, hayattan koparılıp ritüel boyutunda bırakılmış ibadetler, anlamı bilinmeyen bir takım sözlerin tekrarı, Arap örflerinin kutsal alana çekilmesi, dini hiyerarşilere bağlılık, evliya menkıbeleri gibi insana da topluma da herhangi bir katkı sunamayacak kavramlar üzerinde anlamlandırmışlardır. Öyle ki böyle bir kültürel iklimde yetişen bir birey ömrü boyunca Kur’an’ın bir anlamı olabileceğini dahi düşünememekte, hayatında belki de yüz bizlerce kez okuduğu bir surenin anlamını bilme gereği duymamaktadır. Çünkü geleneksel inançlarımızda açıkça ifade edilmese de gerek Kur’an gerekse ibadetlerde okunan her türlü şey tılsımdan başka bir şey değildir. Hakkında ciltler dolusu ayrıntı verilebilecek bu duruma ilişkin verdiğimiz bu kısa örnekler bile inançlarımızla ilgili ortada ciddi bir problemin olduğunu göstermektedir.

İnsanların ürettiği bir takım dini ve tasavvufi unvanları kullanarak örtülü ilahlık iddiasında bulunan çok sayıda cemaat ve tarikat tipi yapılanmaların tevhit vurgusu son derece güçlü olan bir dine atıf yapılarak kurumsallaştırılması ve toplumumuzun hiç de münferit sayılamayacak geniş kesimlerince itibar görmesi bizleri başlıktaki soruyu haklı olarak sormaya mecbur bırakmaktadır: Tevhit, dinin neresinde?


About the Author
Author

gencalahmet

Leave a reply

Name (required)

Website