“Melis”…

Veli dayımı, eşi Safiye teyzemin ölümünden bu yana ilk kez böylesine perişan, bitkin tükenmiş bir vaziyette gördüm. İnanılmaz çökmüştü. Bu acıyı yaşamak kolay değildi. İki yıl önce Hak’kın rahmetine kavuşan yeğeni rahmetli İsmail’in  gencecik kızını, torununu  toprağa veriyordu. Ahmak ıslatan gibi yağan yağmur, her tarafı çamur olmuş giysileri umurunda bile değildi. Hala elleriyle çamur olmuş toprakları mezara atmaya çalışıyordu.

Küçük torunu Bayram ile göz göze geldik ve Veli dayımı her iki kolundan tutup ayağa kaldırdık. Ama ayakta duramıyordu. Ayaklarının üzerine basacak gücü dahi yoktu. Bir kardeşimizin de bize katılmasıyla zar zor arabanın arka koltuğuna oturttuk. Kızı Hacer’e “Biz dayımı eve götürüyoruz. Merak etmeyin.” diyerek mezarlıktan ayrıldık.

***

İkindiden sonra torunu Bayram, Veli dayının yanına gelerek “Hocayı ayarladım dede… Akşam namazından sonra gelecek.” dedi. Veli dayım o yorgun gözleriyle İsmail’i süzerek “Hocaya söyleyin gelmesin!.. Konu, komşu hepimiz akşam evde olacağız ama Hoca gelmesin!..” “Ama Dede” diyecek oldu Bayram, “Akşama konuşuruz.” dedi Veli dayım.

***

Akşam, bütün sokak Veli dayımların evindeydi. Ayakta duracak yer yoktu! Söze Veli dayım başladı… “Cümlemizin başı sağolsun. Allah, günahlarını affetsin ve cennetine alsın meleğimi… Onu hastaneye ziyarete gittiğimde kulağıma fısıldamıştı… “Veli dedem, Hak vaki olurda öbür dünyaya göçersem, sakın hacı, hoca çağırıpta mübarek Kitabımızı kimsenin anlamayacağı dilden,  bir ölü için okutmayın! O gün gelirse, benim doğrularımı, yanlışlarımı konuşun. Beni öyle gönderin.” demişti.” “Hacı ile hoca ile göndermeyin!” demişti. “Onun için bu gece buraya Hoca gelmeyecek… Onun hakkında kim konuşmak istiyorsa konuşsun…”

Sevenleri onu anlatıyorlardı… Dur durak bilmeksizin… Sürekli duygusal anlar yaşanıyordu. Yattığımızda saat gece yarısını çoktan geçmişti. İki üç saatlik uykunun ardından sabah namazına kalktık. Veli dayım camiye gitmek istediğini söyleyerek camiye gittik.

Namazımızı kıldıktan sonra Veli dayımın kulağına fısıldadım… “Dayı, kendini iyi hissediyorsan gel şurada iki bardak çay içelimde bana torununu anlat. Onu senden tanımak istiyorum.. Ne dersin?”

Hiç ikilemedi Veli dayım. “Tabii yeğen… İyi olur. Ben de açılırım biraz.”

***

Çaylarımız gelene kadar hiç konuşmadı Veli dayım. Sonra başladı anlatmaya…

“Rahmetli Melis torunumu üniversite okusun diye getirmişti annesi Melahat. Hacettepe tıbbı kazanmıştı. Başvurdukları yurtlardan bir haber gelinceye kadar geçici olarak bizde kalacaktı. Anne ve ablası çalışıyorlar Melisi okutacaklardı. Bize de onlara destek olmak düşüyordu. Babası İsmail’i de genç yaşta vermiştik toprağa.”

Çayını soğutmamaya özen gösteriyor, ara sıra yudumluyordu Veli dayım. Devam ediyordu…

“Daha doğduğunda ismine takmıştım. Bizim Ayşe”lerimize, Fatma’larımıza, Hatice’lerimize ne olmuştu da adını “Melis” koymuşlardı? Ne demekti Melis?”

“Bir gün okuldan geldiğinde kıyafetini değiştirip, ışıl ışıl parlayan gözleri,  gülümseyen yüzüyle sordu… “Dedem! Sana bir kahve yapsam… İçer misin?”

“İşte o sihirli cümleden sonra Melis ile ilgili her şey, bütün düşüncelerim bir anda değişmişti. Kahvemi içerken yanıma oturttum. Sordum ona… “Melis ne demek? Bu gavur ismini sana niye koydular? Yutkunduğunu hissettim… Kafasını kaldırıp gözlerimin içime bakıyordu… Konuşurken bir sağ gözüme, bir sol gözüme bakıyordu…”

“Bak dedem… Benim ismim gavur ismi değil… Annem Melahat… Rahmetli babam İsmail… Düşünmüşler, bu  bizim kızımız değil mi, adı da bizim isimlerimizden olsun diyerek  MELİS koymuşlar. Yoksa gavur adı falan değil!”

“O kadar güzel anlatmıştı ki, ona bakışım bile değişmişti. Artık onu bir başka seviyordum. Bazen dışardan geldiğimde onu, ince tülbentini başının üstüne hafiften atmış Kur’an okurken buluyordum… Dersinden sonra inancını da ihmal etmiyordu.”

“Din konusunda ondan öğrendiğim o kadar çok şey var ki! Hangi birisini anlatsam? Gerçek dini onun sayesinde son 5-6 yıl içinde öğrendim. Öylesine akıl dolu yaşıyordu ki dinini!”

Araya girerek hemen sordum Veli dayıma. “Nasıl yani?”

“Nasıl başlasam bilemiyorum… En basitinden bana Kur’an okumayı öğretti. Yıllarca salak olduğumu anladığım o en anlamlı cümlesinden sonra inancım değişti!”

“Ne dedi Dayı?”

“Ne diyecek yeğen!.. “İnsan hiç anlamadığı kitabı her gün nasıl okur Dede?” dedi.

“Tabii ki sinirlenmiştim… Dinime, inancıma hakaret ediyordu… Belli etmemeye çalışıyordum ama sanki kan beynime sıçramıştı! Melis’im de üzülmüştü…

“Yanlış anlama Dedem!.. İnsan neye inandığını bilmeli… Allah’ın, biz kullarından neler istediğini bilmeliyiz ki dinimizi yaşayalım!” diye ilave etmişti… Yarım dakika bakışlarımı torunumun gözlerinden kaçırarak başımı önüme eğip düşündüm… Yerden göğe kadar haklıydı… Evet evet… Ben, bizler bunu yıllarca nasıl da düşünüp akıl edememiştik? Gözümden akan yaşları görünce heyecanlanmıştı… “Özür dilerim Dedem! Sizi üzmek istemedim!” cümlesinde sanki pişmanlığını dile getiriyordu. “Söylemesemiydim acaba!” der gibisinden yüzüme bakıyordu. Hayatımın en anlamlı dersini alan ben, torunumu iki kolundan kavrayıp kendime çektiğim gibi, sıkı sıkı sarıldım ona… “Özür dilemek ne demek kızım? İnanan birisi olarak bana en anlamlı hediyeyi, bana gerçek dinime ulaşma imkanı verdin sen! Hayatımın dersini aldım şu an! Bunu tamamla ve Dedene “Türkçe” Kur’an-ı Kerim’i sen hediye et.”

“Ertesi gün okul dönüşü armağanını sunuyordu bana. Işıl ışıl gözleriyle, gözlerimin içine bakıp, adeta yalvarırcasına söylüyordu… “Ne olur güzel Dedem, sakın onu duvara asma! Hep elinin altında olsun… Bir kol boyu mesafede… Aklına bir şey takıldığında aç, oku, düşün ve anlamaya çalış… Yoksa, boş boş bu kitabı okumanın sana hiçbir faydası olmaz.” dediği dün gibi gözümün önünde… Aynı gün akşam, kızım Hacer ve yemeğe gelen Oğlum Bayram ve gelinime de ders verircesine Melis torunumun bana söylediklerini söyledim. O gün bu gün bizlerin evinde Türkçe Kur’an okunuyor… Bizler artık ne dediğimizi biliyoruz Rab’bimize. Tabii ki ufkumuzu açan Melis torunum sayesinde.”

“Beni türbelerden uzaklaştırandır Melis torunum. “İbadet yalnız ve yalnız Allah’adır!” derdi… “Yalnız O’ndan yardım dilemeliyiz!” derdi… “Bir müslüman, dedikodu yapıp insanları çekiştirmemeli!” derdi Melis torunum… Derdi de derdi… Hep Kur’an’dan konuşurdu. Kur’an’ın yanına hiç bir kitabı koymaz, mukayese dahi etmezdi. “Kur’an hiçbir kitapla mukayese edilmez dedem!” derdi…” “Rivayetleri değil, yalnız Kur’an’ı esas alıp yaşamalıyız!” derdi…”

Anlattıkça açılıyordu Veli dayım. Gözleri doluyor, sulanıyor ve bazen kendini tutamıyor hafif hafif ağlıyordu… Melis çok kısa bir zamanda hayatlarını değiştirmişti sanki. Sözlerinde torununa minnet duyguları vardı.

***

Akşam yemeğinde düne göre ev çok sakindi. Hemen hemen kimse kalmamıştı. Rahmetlinin annesi Melahat, ablası Ayşe ve Veli dayımın küçük torunu Bayram ile gelini sofra başındaydık… Konu hep Melis idi. Rahmetliyi hiç görmemiştim ama şimdi çok iyi tanıyordum.

Bir ara torun Bayram, söz isteyerek bir dilekleri olduğunu söyleyecekti dedesine… “Buyur evladım.” dedi Veli dayım. “Baba biz eşimle düşündük de, doğacak kızımızın adını…”

“Bir dakika evlat.” dedi Veli dayım torununun sözünü keserek… “Tabii ki o sizin çocuğunuz… Onu istediğiniz gibi isimlendireceksiniz… Ama şayet bir büyük olarak benim fikrimi soracak olursanız adı “MELİS” olsun derim. Yine de siz bilirsiniz!”

Gözleri dolmuştu Bayram’ın… Islak gözleriyle dedesinin elini öperken;

“Biz de onu söyleyecektik Dedem.”

***

Benim de gitme zamanım gelmişti. Bir günlüğüne uğradığım Veli dayımın elini öpüp, evdekilerle buruk bir şekilde vedalaşıp  Samsun’a doğru yola koyuldum…

(Üzerine çalıştığım kitabımdan bir bölüm.)

Selam ve Dua ile,

Fikret ARMAN

 

 


About the Author
Author

Fikret Arman

Leave a reply

Name (required)

Website